Monday, October 11, 2010

Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne Siyaset Karışırsa



192 filmin gösterimi gerçekleşecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, Boşnak asıllı Sırp yönetmen Emir Kusturica’yı hedef alan üç farklı aşamayla protesto edildi. Yönetmen Semih Kaplan, Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve MHP meclis üyesi Reşat Oktay.


Kültür etkinlikleri, farklı görüşlerin, fikirlerin bir araya gelmesinden doğan rengarenk boyanmış bir barış sembolü gibi olmalıdır. Katılımcıların ve davetlilerin orada bulunmasının nedeni aynı siyasi görüşe sahip olmaları ya da dünya problemlerine aynı çerçeveden bakmaları değildir. Bir meclis üyesi ya da bakan tarafından yapılacak olan protesto, ülkeye ve etkinliğe ne şekilde mal olacağı düşünülerek yapılmalıdır. Bizim ülkemizin, dolayısıyla da vatandaşın canı, bu fevriliklerden ve “basit” protestolardan ötürü yeteri kadar yanmıştır. Nitekim, yapılan bu protestoların altında, söylendiği gibi düşünce farklılığı olduğuna bile inanmak güç. Sanki amaç sadece provokasyon yaratmak.

Semih Kaplanoğlu’nun sinemasını, yönetmenliğini ve filmlerini takdir ettiğim gibi, kendisiyle farklı görüşte olan bir insanla yan yana gelme gücünden aciz olduğuna inanmak zor olsa da, anlaşılabilir bir davranış. Davet edildiği bir etkinliğe katılıp katılmamak tamamıyla onun bileceği bir iş ve kişisel bir tercih. Bu tercihe saygı duymak aynı zamanda eleştirmek ise bizim bileceğimiz bir iş.

Fakat, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Antalya Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen bir kültür etkinliğine katılmamasının, kendisinin ülkesindeki kültüre karşı yaşadığı bir yenilgi olduğunu düşünüyorum. Bir bakanın, Türkiye’nin simgesi halini almış bir etkinliğe, jürideki bir yönetmenle olan görüş ayrılığında ötürü, katılmaması kişisel boyutta algılanamaz. Sanatçılar, bakanlar, siyasetçiler ve halk AKSAV'ı jüri seçiminden ötürü eleştirebilir, eleştirisini röportajlarda, gazetelerde ya da farklı yayın kuruluşlarında yapabilir, fakat bir bakanın etkinliğe katılmayarak, etkinliği bir şekilde cezalandırmaya çalışması aciz bir davranıştır. Unutulmamalıdır ki, bu tip etkinliklerde sanatçı siyasi görüşüyle değil, sanatıyla orada bulunmaktadır. Herhangi bir kültür etkinliğiyle siyaset iç içe olabilir, bir etkinlikte farklı görüşlerin varlığı da görmemezlikten gelinmemelidir, fakat etkinlik üzerinden siyaset yapılması yanlıştır. Ertuğrul Günay'ın bu davranışı, farklı partilerin oluşturmaya çalıştığı mualif ortamdan öteye gitmemektedir. Siyasetçiler, ülkemize katkıda bulunan her bir adımda birlik olmak ve bu adımları desteklemek yerine, birtakım gerekçeler göstererek köstek olmaktadırlar. Ertuğrul Günay’ın törene katılmama kararı alıp, “Kusturica varsa ben yokum, Mustafa Akaydın'ı kınıyorum” demesi; törenden sonra, Kusturica’nın Festivali terk etmesinin ardından da “Antalya Film Festivali’ni önemsiyoruz, yaşananların film festivalini gölgelememesini diliyorum, bu bir siyasi tavır değildir” demesi, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi birebir anlatıyor. Bu durum, aslında bana da söyleyecek başka bir şey bırakmıyor.

Büyükşehir Belediyesinin MHP'li Meclis Üyesi Reşat Oktay’ın,  Festival açılışında yaptığı protesto bir meclis üyesine değil, bir kültür etkinliğinin amacını anlayamayan, sıkışıp kaldığı ideolojilerden kendini kurtaramayan, herhangi bir kişiye yakışır tarzdandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın konuşmasını gerçekleştirirken, protokolde oturan Reşat Oktay ayağa kalkıp, bağırarak protestosunu gerçekleştirdi. Bu “basit” protestosunun sonucu, belediyenin özel güvenlik görevlileri tarafından dışarı atılarak, kendi sıfatına epey zarar verir bir davranışın kurbanı oldu.

Türkiye’nin barışı ve dostluk ortamını desteklediğini, polemik, tartışma ve propagandalarla anlatmaya çalışmak moda oluyor. Aynı zamanda da ülkemize bizzat çağırılan bir yönetmen, misafirperverlik göreceğine, neredeyse kovulma riskiyle karşılaşıyor...

Büyükada ve Adalar Müzesi



İstanbul’a bu kadar yakın olup da, gittiğinizde kendinizi istanbul’a bir o kadar uzak hissettiğiniz tek yerdir prens adaları. Uzaktan anlamaya çalışırız, her birimizin içini farklı doldurduğu İstanbul’u.

Büyükada’da doğmuş ve büyümüş biri olarak, başından çok şey geçmesine rağmen, benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla, en kötü dönemini şuan yaşıyor diyebilirim Büyükada.

Adalar Müzesi’nde öğrendiğim bilgiye göre, 1960 senesinde 19.834 ile rekor kıran toplam nüfus, 2009 itibariyle 14.341.


Herkesin konuştuğu, tartıştığı bir durum söz konusu. Adalar belediyesi farklı bir siyasi partiden olduğu için, hükümet doğru düzgün yardım/yatırım yapmıyor. Edebiyatımızda yerini bulmuş, şarkılara konu olmuş ada vapuru bile kaldırılmış durumda. Onun yerine, Bostancı-Büyükada seferleri, üzerlerinde "ada vapuru" yazan!?!? motorlarla yapılmakta. Büyükada’da kaldırımda yürümeye imkan yok, çoğu sokağın kaldırımı dökük vaziyette. Yazın, hafta sonu adaya gittiğinizde, çoğunlukla Arap olan turistlerin kalabalığından, fayton kuyruğu için 1 saat bekleyebiliyorsunuz, faytonlar turistlerden daha çok para kazanabildikleri için, adalı vatandaşların ulaşımını sağlarken burun kıvırabiliyorlar. Turistler esnafa güzel para kazandırırken, esnaf dışında adanın kendisi hiçbir şey kazanmadığı gibi, oluşan kirlilikten ötürü, ada, doğal güzelliğini de yavaş yavaş kaybediyor. Sokaklar ne kadar sıklıkla yıkanıyor bilmiyorum, fakat yol kenarlarındaki at pisliği her geçen gün artıyor. Eskiden fayton dışında çok az araba geçerken -çöp arabası, polis arabası, ambulans, motosiklet- belediye bu arabaların sayısını arttırmış durumda, ve sokak aralarında hızlı ilerlemelerinden ötürü faytoncular da şikayetçi.


Anlayacağınız, vergisini ödeyen, adalı vatandaşlar adeta kendi yuvasında cezalandırılıyor.

Adalar belediyesine, herhangi bir sorundan ötürü gittiğinizde ise “hanımefendi, bunlarla Büyük Şehir Belediyesi ilgileniyor, dilekçenizi ona veriniz” tepkisiyle karşılaşabiliyorsunuz. Bugün git yarın gele bile razıyken size sunulan şey, haydi eyvallah bir daha da gelme...

Her ne kadar bunlar beni her adaya gittiğimde üzse de, her şeye rağmen adalarda güzel şeyler olmuyor mu? Neyse ki oluyor, birileri uğraşıyor, çabalıyor ve başarıyor.
 
 
 
 

Adalar Müzesi

Büyükada’da yapılacak bir sürü şey var. Bunlardan bir kaçını hemen sayayım.


Denize girmek; bisiklet kiralamak; sahildeki balıkçılarda -Milto, Lido ya da Alibaba- rakı balık keyfi yapmak; Kardeşler Şarküteri’den sıcak bir patates kroket yemek; Yunus Dondurma’dan vişne ağırlıklı dondurma yemek; bir bardak acılı turşu suyu ile turşu yemek; Fıçı’da bira, patates, kokoreç -seviyorsanız- üçlüsünü tüketmek; Aya Yorgi kilisesine çıkıp adak adadıktan sonra, yan tarafındaki muhteşem manzaralı –bi taraftan güneş batıyor, diğer taraftan ay yükseliyor- restaurant’da et şiş, sucuk, patates, bira tüketmek; Aya Yorgi’den önce faytonla ada turu yapıp özellikle Nizam tarafındaki evlere bakıp bakıp iç geçirirken, eğer büyük tur istediyseniz deniz manzarasına doymak; bir de son olarak, adalar müzesini ziyaret etmek.

Evet bunların hepsini sık sık yaparken, bu sene yapılacaklar listeme giren en son şey adalar müzesi’ni ziyaret etmek oldu. İstanbul’da yapılan her bir müze, tiyatro salonu, kültür alanı oluşumuna katkıda bulunan her bir birey/kuruma teşekkür ediyorum.




Adalar Müzesi’nde, adaların oluşumundan bugüne kadar olan tarihini, adalarda yaşanmış iz bırakan hikayeleri, yazarların/düşünürlerin adalarla olan etkileşimini, manastırlar/yetimhaneler hakkında bilgileri, sürgünleri –sanırım bu sürgünlerden en güzeli bir imparatoriçe’nin adada kendi yaptırdığı manastıra sürülmesi- Marmara denizi hakkındaki bilgileri öğrenmeniz mümkün.

Kesinlikle görülmeli. Görsellik açısından çok fazla şey beklemeyin, fakat adalar hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmak için bir sürü kitap okumak yerine, müzede birkaç saat geçirin yeter.

Büyükada hakkında söylenecek çok söz var, çok fazla duyguya hitap eder Büyükada. Yalnızlığı, güzelliği, özgürlüğü, doğayı, samimiyeti, dostluğu, gençlik ruhunu, yaşlılık huzurunu, çocukluk aşkını yaşatır Büyükada. Dondurman yere düştüğü zaman ağladığın, bisiklete binmeyi öğrendiğin, Rum, Yahudi, Müslüman... dostlarla çocukluğunu paylaştığın, açık hava sinemasında çekirdek çıtlattığın, sinemada gezinen abiden frigo satın aldığın, dansa davet, saklambaç, yerden yüksek oynadığın, ilk aşkını yaşadığın, son aşkını yaşadığın, Kürt böreğinden vazgeçemediğin, denize/oksijene doyamadığın, davetlerde upuzun sofralar kurduğun, selam dolu uzun yürüyüşler yaptığın yerdir benim için Büyükada.
 
Fotoğraf, Yahya Kemal Dostlarıyla. Yahya Kemal Enstitüsü Arşivi, Adalar Belediyesi

“Yüreğim sızlayarak gözlerim afaka dalar,

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.

Leblerim sineni, çeşmim gene mehtabı arar.

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.”

Ahmet Refik Altınay



“Ey Sebz ü mutarra Ada, ey hâk-i muattar!

Ey Tur yolu, ey korkulu uçurumlar!

Ey gönlüme hasret düşüren kumlu sevahil!..

Ey Dil’deki çılgın, mütehalik cevelanlar..”

Recaizade Mahmut Ekrem
 
 
.