Thursday, March 29, 2012

Bir Mekanın Tüketilme Denemesi / An Attempt At Exhausting a Place



Dün açılışı gerçekleşen “Bir Mekanın Tüketilme Denemesi” adlı sergi Reysi Kamhi, Neşe Nogay, Sibel Horada ve Eytan İpeker’in çalışmalarından oluşuyor. Her bir sanatçı, nesnelerin veya süreçlerin geçmişten bu anımıza geçişlerinde hafızalarımızdaki yansımalarını, mekanla bütünleştirerek ele alıyor. Hamursuz fırınının artık işlem görmeyişi, mekan ile sanatçıların geçmişten kopardıkları işleri arasında bir bağ oluşturuyor.


Evhane, 2012 Reysi Kamhi

Bu yazıda sergideki iki genç sanatçının çalışmalarını ele almak almak istedim, Reysi Kamhi ve Neşe Nogay.


Babanem, 2012 Neşe Nogay

Kiralık bir evi ziyaret ettiğimizde gördüğümüz nesneler... Evimizden taşınacağımız gün geçmişi teker teker paketlerken bulduğumuz bir hediye... Antika dükkanına girdiğimizde soluk/sarı renklerin arasında elimize aldığımız, kenarında küçük bir kırık olan vazo... İkinci el kıyafet satan bir mağazada yakasında kürk olan bir palto... Artık işlevi olmayan eski bir fabrikadaki makine... Bu nesnelerin hepsi aklımızda, yaşanmış ya da hayal ürünü olan hikayeler yaratır, o geçmişin birer parçası değilsek bile geçmişlerini solumamıza yardım eder.

Kamhi ve Nogay’ın birbirleriyle anlamlanan çalışmaları “Evhane” ve “Babanem” de sergi ziyaretçilerine bu hissi yaşatmakta.

Evhane, 2012 Reysi Kamhi

Babanem, 2012 Neşe Nogay

İşlevini yitirmiş Hamursuz fırının içerisinde duvar kağıtlarıyla süslenmiş üç bölmeden oluşan bir eve giriyorsunuz. Sizi ilk olarak Nogay’ın “Babanem” isimli çalışması karşılıyor. Eski tahta bir komodinin üzerinde Nogay’ın babaannesiyle ilgili hafızasına kazınan nesnelerin polaroid makineyle çekilmiş fotoğrafları serilmiş. Buzdolabında saklanmış ojeler... Mavi bir elbise... Naylon Çorap... Nazar boncuğu... Çekmecenin içerisinde ise onu hatırlatan nesneler var. Şekerlemeler... Kuru yapraklar... Bir de tüm bu fotoğrafların bulunduğu bir kitap... “Evhane”nin içerisinde dolaşırken, sağ ve soldaki odalara girdiğimizde ise, Kamhi'nin fotoğraftan resme geçirdiği, tuval üzerine akrilik çalışmaları bulunuyor. Emlak sitelerinden toplanmış, kiralık veya satılık evlerin resimlerini görüyoruz. Bu resimlerdeki eşyalara baktığımızda onların kendi eşyalarımıza benziyor olması, dolaştığımız boş mekanda hem bir sıcaklık hissi yaratıyor hem de hafızalarımızı canlandırmamıza yarıyor. Aynı zamanda, fotoğraftaki mekanların kiralık ya da satılık olması, tüketilmiş bir zamanı gözler önüne sererken, aynı mekanın bir başkası için henüz bir başlangıç olması da düşüncelerimizde çelişki yaratıyor. Geçmiş, bugünün algılanmasıyla var oluyor.

Birbirini tamamlayan iki çalışma da çok güzel emeğin ürünleri. Kamhi’nin kullandığı renkler ve çizim stili, Nogay’ın çektiği fotoğrafları nesne üzerinde sergileyiş tarzı dikkatleri ve ilgiyi ayrıca çekiyor.

“Bir Mekanın Tüketilme Denemesi” sergisi Kuledibi, eski Hamursuz fırınının içerisinde, 28 Mart 20 Nisan tarihleri arasında gezilebilir.

"Evhane" çalışmasında, evden içeriye henüz girmeden bizi karşılayan aileyle yazımı sonlandırımak istedim.

Müze Aile, 2011 Reysi Kamhi

Friday, November 11, 2011

Sophie Calle "Son kez, İlk kez"


Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, müze olarak faaliyete geçtiği 2002 tarihinden itibaren Picasso, Rodin, Salvador Dali, Joseph Beuys gibi dünya sanatçılarının eserlerinin sergileri yanı sıra, Osmanlı Sanatına ait sergiler ile Abidin Dino gibi Türk sanatının en önemli sanatçılarının eserlerini ağırlamıştır. Bugün ise müzede 17 Eylül – 31 Aralık 2011 tarihleri arasında çağdaş sanatın en önemli ve çarpıcı isimlerinden, Fransız sanatçı Sophie Calle’unSon kez, İlk kez” isimli çalışması sergilenmekte. Hem müzede gerçekleştirilen sergileri kaçırmak istememem hem de Sophie Calle’a duyduğum ilgiden ötürü sergiyi başlama tarihinden çok kısa bir süre sonra ziyaret ettim.

 Sophie Calle "The Sleepers"

Bir sanatçının yaşadığı duygusal deneyimi sanata yansıtması ve bu deneyimden yola çıkarak sanat yapması ya da bir başkasının deneyimini sanata dönüştürmesi alışıla gelmiş bir yöntem. Benim zor olduğunu düşündüğüm, kişinin kendi deneyimini -bu deneyimden faydalanmak yerine deneyimin kendisini- tüm doğallığıyla, birebir bir sanat çalışması olarak sunması ve özne olarak kendisini kullanması. Nitekim, Calle’un çalışmalarında en sevdiğim yöntemi, yaşadığı duygusal iniş-çıkışlarına 3. göz olarak dışarıdan bakıp sanki onları yaşayan kendisi değilmiş gibi analiz edip, deneyimin kendisini bir sanat çalışmasına dönüştürmesi ve dolayısıyla yaşadığı bu deneyimi sanat aracılığıyla kendisinden ayrıştırması. Örneğin, “Take care of Yourself” adlı sergisinde, sevgilisinin onu terk ederken yazmış olduğu mektubu 107 kadına göstererek bu mektubu yorumlamalarını istiyor. 

Sophie Calle "Take Care of Yourself"

Calle, "Son kez, İlk kez" adlı sergisinde de konu olarak insanı ele almış ve işlerinde insanı kullanmış. Sergi, anlatmak istediğini çok yalın bir şekilde anlatan, fotoğraf, yazı ve videolardan oluşuyor. Calle, serginin “Son kez” olarak adlandırdığı ilk aşamasında, sonradan kör olan birkaç insana nasıl kör olduklarını ve en son neyi hatırladıklarını sorup, bunu hem yazıya döküp hem fotoğraflarken; “İlk kez” olarak adlandırdığı ikinci aşamasında, İstanbul’da yaşayıp da daha önce hiç deniz görmemiş bir grup insanı denizle buluşturup, bu anlarını videoya yansıtıyor. Serginin üçüncü aşamasında ise, deniz manzarası fotoğrafının altına, körlük ve denizle ilgili bir cümle yazarak sergiyi sonlandırıyor. Sergideki gezme sırasının “son kez” – “ilk kez” şeklinde olması, insanın üzerinde çarpıcı bir etki yaratıyor. Aslında basitçe kurgulanmış olan bu sergi, içinde çok fazla kavram barındırıyor. Sergiyi gezmeyi tamamladıktan sonra, iki düşünce ağır bastı. Birincisi, insanın en büyük engeli kendisi; ikincisi ise görmenin önemini çok iyi bilirken, gördüğümüz şeylerin önemini unutmak...

Sophie Calle "Son kez, İlk kez"

Çağdaş sanatın en sevdiğim özelliklerinden biri de, eserlerin, hayatımızı kolay ve fark ettirmeden etkileyebilmesi. Özellikle günümüz insanını ele alıyor olması kendi çelişkilerimizi daha iyi fark etmemizi sağlıyor. Serginin iki aşamasında da kendimi, henüz tanıştığım bu insanların yerine koydum. Bir grup insan kör olduğu için göremezken, diğerleri ise bakmaya fırsatı olmadığını düşündüğü için göremiyor. Nitekim sergiden çıktıktan sonra, birkaç saat önce önünde saatlerce oturup kahve içtiğimiz denize tekrardan baktım, sanki bu sefer daha iyi gördüm ve anladım.

Wednesday, December 8, 2010

Groupon Vs Google



Groupon Google'ın 6 milyar dolarlık teklifine hayır dedi.

Bu satın alma girişimi hakkında çok yazıldı çizildi, ben de farklı açılardan düşünmek istedim:

Google açısından: Büyük balık – küçük balık hesabı her zaman işlemeyebiliyor. 90’lı yılların bir numarası Nokia, şimdilerde Smartphone dünyası tarafından yutulmamak için elinden geleni yapıyor. Facebook’u şu zamana kadar satın almaya çalışan 11 şirketten biri olan Yahoo’nun, facebook’u 1milyar dolara satın alma başarısızlığı (2006 yılında yazılmış olan bu satın alma girişiminin haberini, bugün okumak pek eğlenceli), o günlerde sonu kestirilemeyen bir karar diye düşünülürken, onumuzdeki sene 40 milyar dolar değere sahip olacak denilen facebook’u düşündüğümüzde, Yahoo açısından ne kadar büyük bir kayıp, Mark Zuckerberg açısından ne kadar başarılı bir karar olduğunu görüyoruz.  Dolayısıyla, teknoloji dünyasında büyük küçüğü yutar şeklinde bir ayrım yapmak gittikçe güçleşiyor. Bu yüzden de Google’ın sonuçsuz kalan bu tarz web yatırımları -lokal şirketleri satın alma- kimse tarafından başarısızlık gibi düşünülmediği gibi gayet olası karşılanıyor.


Groupon açısından: Amerika pazarında %79 Pazar payına sahip olan, şirketlere alternatif dağıtım kanalı/reklam/kampanya sağlayan Groupon, Google’ın bu astronomik olarak değerlendirilen teklifine hayır diyerek, hayır demiş olmanın kendisine kazandırdığı bir karizmayla, tüm teknoloji/ekonomi haberlerinde yerini bulmuş oldu. Şirketin varlığını bilmeyenler öğrendi, bilenler daha da araştırdı, blog'larına yazdı vs.. Sürekli bünyesine kattığı ortaklılarla ve başka ülkelerde yatırımlar yaparak (bkz: ŞehirFırsatı) daha da büyüyen Groupon’u Google şirketi satın alsaydı, nasıl stratejiler uygulayıp şirketin büyümesine nasıl bir hız kazandırırdı asla bilemeyiz ama Groupon, bu kararının doğruluğunu biran önce kanıtlayabilmesi açısından, oyununu doğru zarlarda ve doğru adımlarla oynamak zorunda. Andrew Mason açısından kararın doğru olup olmadığını ileriki yıllarda çok daha net göreceğiz.

Groupon çalışanı olarak: Lokal bir şirketin, Google tarafından satın alınması, vazgeçilmez bir Groupon çalışanı olarak kariyer hayatınızın bir dönüm noktası olabilirdi. Aynı zamanda, bu satın almanın gerçekleşmemesi Groupon’un maddi/manevi değerinin tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu gösterdiği için çalışanların da değeri bir anda yükseldi.

Google çalışanı olarak: Pek bir şey değiştiremeyeceği gibi, şirketin, önünde dimdik duran yatırımcıları, bir buldozer gibi ortadan kaldıramaması, Google çalışanlarını biraz şüpheci olmaya yöneltmiş olabilir.

Tüketici olarak: Her sektörde haklı rekabeti destekleyen biri olarak, internet dünyasında bu gibi social network, e-commerce, e-procurement, interactive websites.. alternatiflerinin çoğalmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Facebook’un 20 sene sonra nerede olacağını kestirmek imkansız. Daha önceden ortaya çıkmış olan social network sitelerinin en iyisi olduğu (bkz:hi5) kesin, fakat henüz karşısına tehdit oluşturacak bir alternatif de çıkmış değil. Dolayısıyla, stratejilerini deneme yanılma yoluyla bulabiliyor.  Yenilikçi (innovative), olmasının yanında kullanıcılarına karşı uyguladığı “arkadaşçı” yaklaşım, başarısını devam ettirmesini sağlayan en önemli özelliklerinden biri. Ben, facebook’u bir marka değil, bir iletişim aracı olarak algılıyorum. Beni dünyaya bağlayan, telefon numaralarım, e-mail account’larım bir de facebook account’ım var. Fakat facebook’u biraz zorlayan alternatiflerin olması fena mı olurdu. Linkedin buna en yakın verebileceğimiz örnek olabilir... Ama kesinlikle yeterli değil.

Uzun lafın kısası, iyi bir tüketici (bir markaya karşı hastalık derecesinde bağımlılığı olmayan), küçük şirketlerin büyükler tarafından kapsama altına alınmasına nazaran, o küçük şirketlerin büyümesini, yeni şirketlerin doğmasını destekler ve alternatiflerinin olmasını ister ki kendini bu tüketim dünyasında güçlü hissedebilsin. Yani, Go Groupon!

Yatırımcı olarak: Neyin, kime, ne zaman, nasıl yatırıldığına bağlı olarak, neye göre, kime göre değerlendirildiğine bakılmalı ki bunu şuan benim yapmam pek olası değil.

Monday, October 11, 2010

Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne Siyaset Karışırsa



192 filmin gösterimi gerçekleşecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, Boşnak asıllı Sırp yönetmen Emir Kusturica’yı hedef alan üç farklı aşamayla protesto edildi. Yönetmen Semih Kaplan, Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve MHP meclis üyesi Reşat Oktay.


Kültür etkinlikleri, farklı görüşlerin, fikirlerin bir araya gelmesinden doğan rengarenk boyanmış bir barış sembolü gibi olmalıdır. Katılımcıların ve davetlilerin orada bulunmasının nedeni aynı siyasi görüşe sahip olmaları ya da dünya problemlerine aynı çerçeveden bakmaları değildir. Bir meclis üyesi ya da bakan tarafından yapılacak olan protesto, ülkeye ve etkinliğe ne şekilde mal olacağı düşünülerek yapılmalıdır. Bizim ülkemizin, dolayısıyla da vatandaşın canı, bu fevriliklerden ve “basit” protestolardan ötürü yeteri kadar yanmıştır. Nitekim, yapılan bu protestoların altında, söylendiği gibi düşünce farklılığı olduğuna bile inanmak güç. Sanki amaç sadece provokasyon yaratmak.

Semih Kaplanoğlu’nun sinemasını, yönetmenliğini ve filmlerini takdir ettiğim gibi, kendisiyle farklı görüşte olan bir insanla yan yana gelme gücünden aciz olduğuna inanmak zor olsa da, anlaşılabilir bir davranış. Davet edildiği bir etkinliğe katılıp katılmamak tamamıyla onun bileceği bir iş ve kişisel bir tercih. Bu tercihe saygı duymak aynı zamanda eleştirmek ise bizim bileceğimiz bir iş.

Fakat, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Antalya Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen bir kültür etkinliğine katılmamasının, kendisinin ülkesindeki kültüre karşı yaşadığı bir yenilgi olduğunu düşünüyorum. Bir bakanın, Türkiye’nin simgesi halini almış bir etkinliğe, jürideki bir yönetmenle olan görüş ayrılığında ötürü, katılmaması kişisel boyutta algılanamaz. Sanatçılar, bakanlar, siyasetçiler ve halk AKSAV'ı jüri seçiminden ötürü eleştirebilir, eleştirisini röportajlarda, gazetelerde ya da farklı yayın kuruluşlarında yapabilir, fakat bir bakanın etkinliğe katılmayarak, etkinliği bir şekilde cezalandırmaya çalışması aciz bir davranıştır. Unutulmamalıdır ki, bu tip etkinliklerde sanatçı siyasi görüşüyle değil, sanatıyla orada bulunmaktadır. Herhangi bir kültür etkinliğiyle siyaset iç içe olabilir, bir etkinlikte farklı görüşlerin varlığı da görmemezlikten gelinmemelidir, fakat etkinlik üzerinden siyaset yapılması yanlıştır. Ertuğrul Günay'ın bu davranışı, farklı partilerin oluşturmaya çalıştığı mualif ortamdan öteye gitmemektedir. Siyasetçiler, ülkemize katkıda bulunan her bir adımda birlik olmak ve bu adımları desteklemek yerine, birtakım gerekçeler göstererek köstek olmaktadırlar. Ertuğrul Günay’ın törene katılmama kararı alıp, “Kusturica varsa ben yokum, Mustafa Akaydın'ı kınıyorum” demesi; törenden sonra, Kusturica’nın Festivali terk etmesinin ardından da “Antalya Film Festivali’ni önemsiyoruz, yaşananların film festivalini gölgelememesini diliyorum, bu bir siyasi tavır değildir” demesi, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi birebir anlatıyor. Bu durum, aslında bana da söyleyecek başka bir şey bırakmıyor.

Büyükşehir Belediyesinin MHP'li Meclis Üyesi Reşat Oktay’ın,  Festival açılışında yaptığı protesto bir meclis üyesine değil, bir kültür etkinliğinin amacını anlayamayan, sıkışıp kaldığı ideolojilerden kendini kurtaramayan, herhangi bir kişiye yakışır tarzdandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın konuşmasını gerçekleştirirken, protokolde oturan Reşat Oktay ayağa kalkıp, bağırarak protestosunu gerçekleştirdi. Bu “basit” protestosunun sonucu, belediyenin özel güvenlik görevlileri tarafından dışarı atılarak, kendi sıfatına epey zarar verir bir davranışın kurbanı oldu.

Türkiye’nin barışı ve dostluk ortamını desteklediğini, polemik, tartışma ve propagandalarla anlatmaya çalışmak moda oluyor. Aynı zamanda da ülkemize bizzat çağırılan bir yönetmen, misafirperverlik göreceğine, neredeyse kovulma riskiyle karşılaşıyor...

Büyükada ve Adalar Müzesi



İstanbul’a bu kadar yakın olup da, gittiğinizde kendinizi istanbul’a bir o kadar uzak hissettiğiniz tek yerdir prens adaları. Uzaktan anlamaya çalışırız, her birimizin içini farklı doldurduğu İstanbul’u.

Büyükada’da doğmuş ve büyümüş biri olarak, başından çok şey geçmesine rağmen, benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla, en kötü dönemini şuan yaşıyor diyebilirim Büyükada.

Adalar Müzesi’nde öğrendiğim bilgiye göre, 1960 senesinde 19.834 ile rekor kıran toplam nüfus, 2009 itibariyle 14.341.


Herkesin konuştuğu, tartıştığı bir durum söz konusu. Adalar belediyesi farklı bir siyasi partiden olduğu için, hükümet doğru düzgün yardım/yatırım yapmıyor. Edebiyatımızda yerini bulmuş, şarkılara konu olmuş ada vapuru bile kaldırılmış durumda. Onun yerine, Bostancı-Büyükada seferleri, üzerlerinde "ada vapuru" yazan!?!? motorlarla yapılmakta. Büyükada’da kaldırımda yürümeye imkan yok, çoğu sokağın kaldırımı dökük vaziyette. Yazın, hafta sonu adaya gittiğinizde, çoğunlukla Arap olan turistlerin kalabalığından, fayton kuyruğu için 1 saat bekleyebiliyorsunuz, faytonlar turistlerden daha çok para kazanabildikleri için, adalı vatandaşların ulaşımını sağlarken burun kıvırabiliyorlar. Turistler esnafa güzel para kazandırırken, esnaf dışında adanın kendisi hiçbir şey kazanmadığı gibi, oluşan kirlilikten ötürü, ada, doğal güzelliğini de yavaş yavaş kaybediyor. Sokaklar ne kadar sıklıkla yıkanıyor bilmiyorum, fakat yol kenarlarındaki at pisliği her geçen gün artıyor. Eskiden fayton dışında çok az araba geçerken -çöp arabası, polis arabası, ambulans, motosiklet- belediye bu arabaların sayısını arttırmış durumda, ve sokak aralarında hızlı ilerlemelerinden ötürü faytoncular da şikayetçi.


Anlayacağınız, vergisini ödeyen, adalı vatandaşlar adeta kendi yuvasında cezalandırılıyor.

Adalar belediyesine, herhangi bir sorundan ötürü gittiğinizde ise “hanımefendi, bunlarla Büyük Şehir Belediyesi ilgileniyor, dilekçenizi ona veriniz” tepkisiyle karşılaşabiliyorsunuz. Bugün git yarın gele bile razıyken size sunulan şey, haydi eyvallah bir daha da gelme...

Her ne kadar bunlar beni her adaya gittiğimde üzse de, her şeye rağmen adalarda güzel şeyler olmuyor mu? Neyse ki oluyor, birileri uğraşıyor, çabalıyor ve başarıyor.
 
 
 
 

Adalar Müzesi

Büyükada’da yapılacak bir sürü şey var. Bunlardan bir kaçını hemen sayayım.


Denize girmek; bisiklet kiralamak; sahildeki balıkçılarda -Milto, Lido ya da Alibaba- rakı balık keyfi yapmak; Kardeşler Şarküteri’den sıcak bir patates kroket yemek; Yunus Dondurma’dan vişne ağırlıklı dondurma yemek; bir bardak acılı turşu suyu ile turşu yemek; Fıçı’da bira, patates, kokoreç -seviyorsanız- üçlüsünü tüketmek; Aya Yorgi kilisesine çıkıp adak adadıktan sonra, yan tarafındaki muhteşem manzaralı –bi taraftan güneş batıyor, diğer taraftan ay yükseliyor- restaurant’da et şiş, sucuk, patates, bira tüketmek; Aya Yorgi’den önce faytonla ada turu yapıp özellikle Nizam tarafındaki evlere bakıp bakıp iç geçirirken, eğer büyük tur istediyseniz deniz manzarasına doymak; bir de son olarak, adalar müzesini ziyaret etmek.

Evet bunların hepsini sık sık yaparken, bu sene yapılacaklar listeme giren en son şey adalar müzesi’ni ziyaret etmek oldu. İstanbul’da yapılan her bir müze, tiyatro salonu, kültür alanı oluşumuna katkıda bulunan her bir birey/kuruma teşekkür ediyorum.




Adalar Müzesi’nde, adaların oluşumundan bugüne kadar olan tarihini, adalarda yaşanmış iz bırakan hikayeleri, yazarların/düşünürlerin adalarla olan etkileşimini, manastırlar/yetimhaneler hakkında bilgileri, sürgünleri –sanırım bu sürgünlerden en güzeli bir imparatoriçe’nin adada kendi yaptırdığı manastıra sürülmesi- Marmara denizi hakkındaki bilgileri öğrenmeniz mümkün.

Kesinlikle görülmeli. Görsellik açısından çok fazla şey beklemeyin, fakat adalar hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmak için bir sürü kitap okumak yerine, müzede birkaç saat geçirin yeter.

Büyükada hakkında söylenecek çok söz var, çok fazla duyguya hitap eder Büyükada. Yalnızlığı, güzelliği, özgürlüğü, doğayı, samimiyeti, dostluğu, gençlik ruhunu, yaşlılık huzurunu, çocukluk aşkını yaşatır Büyükada. Dondurman yere düştüğü zaman ağladığın, bisiklete binmeyi öğrendiğin, Rum, Yahudi, Müslüman... dostlarla çocukluğunu paylaştığın, açık hava sinemasında çekirdek çıtlattığın, sinemada gezinen abiden frigo satın aldığın, dansa davet, saklambaç, yerden yüksek oynadığın, ilk aşkını yaşadığın, son aşkını yaşadığın, Kürt böreğinden vazgeçemediğin, denize/oksijene doyamadığın, davetlerde upuzun sofralar kurduğun, selam dolu uzun yürüyüşler yaptığın yerdir benim için Büyükada.
 
Fotoğraf, Yahya Kemal Dostlarıyla. Yahya Kemal Enstitüsü Arşivi, Adalar Belediyesi

“Yüreğim sızlayarak gözlerim afaka dalar,

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.

Leblerim sineni, çeşmim gene mehtabı arar.

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.”

Ahmet Refik Altınay



“Ey Sebz ü mutarra Ada, ey hâk-i muattar!

Ey Tur yolu, ey korkulu uçurumlar!

Ey gönlüme hasret düşüren kumlu sevahil!..

Ey Dil’deki çılgın, mütehalik cevelanlar..”

Recaizade Mahmut Ekrem
 
 
.