Wednesday, December 8, 2010

Groupon Vs Google



Groupon Google'ın 6 milyar dolarlık teklifine hayır dedi.

Bu satın alma girişimi hakkında çok yazıldı çizildi, ben de farklı açılardan düşünmek istedim:

Google açısından: Büyük balık – küçük balık hesabı her zaman işlemeyebiliyor. 90’lı yılların bir numarası Nokia, şimdilerde Smartphone dünyası tarafından yutulmamak için elinden geleni yapıyor. Facebook’u şu zamana kadar satın almaya çalışan 11 şirketten biri olan Yahoo’nun, facebook’u 1milyar dolara satın alma başarısızlığı (2006 yılında yazılmış olan bu satın alma girişiminin haberini, bugün okumak pek eğlenceli), o günlerde sonu kestirilemeyen bir karar diye düşünülürken, onumuzdeki sene 40 milyar dolar değere sahip olacak denilen facebook’u düşündüğümüzde, Yahoo açısından ne kadar büyük bir kayıp, Mark Zuckerberg açısından ne kadar başarılı bir karar olduğunu görüyoruz.  Dolayısıyla, teknoloji dünyasında büyük küçüğü yutar şeklinde bir ayrım yapmak gittikçe güçleşiyor. Bu yüzden de Google’ın sonuçsuz kalan bu tarz web yatırımları -lokal şirketleri satın alma- kimse tarafından başarısızlık gibi düşünülmediği gibi gayet olası karşılanıyor.


Groupon açısından: Amerika pazarında %79 Pazar payına sahip olan, şirketlere alternatif dağıtım kanalı/reklam/kampanya sağlayan Groupon, Google’ın bu astronomik olarak değerlendirilen teklifine hayır diyerek, hayır demiş olmanın kendisine kazandırdığı bir karizmayla, tüm teknoloji/ekonomi haberlerinde yerini bulmuş oldu. Şirketin varlığını bilmeyenler öğrendi, bilenler daha da araştırdı, blog'larına yazdı vs.. Sürekli bünyesine kattığı ortaklılarla ve başka ülkelerde yatırımlar yaparak (bkz: ŞehirFırsatı) daha da büyüyen Groupon’u Google şirketi satın alsaydı, nasıl stratejiler uygulayıp şirketin büyümesine nasıl bir hız kazandırırdı asla bilemeyiz ama Groupon, bu kararının doğruluğunu biran önce kanıtlayabilmesi açısından, oyununu doğru zarlarda ve doğru adımlarla oynamak zorunda. Andrew Mason açısından kararın doğru olup olmadığını ileriki yıllarda çok daha net göreceğiz.

Groupon çalışanı olarak: Lokal bir şirketin, Google tarafından satın alınması, vazgeçilmez bir Groupon çalışanı olarak kariyer hayatınızın bir dönüm noktası olabilirdi. Aynı zamanda, bu satın almanın gerçekleşmemesi Groupon’un maddi/manevi değerinin tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu gösterdiği için çalışanların da değeri bir anda yükseldi.

Google çalışanı olarak: Pek bir şey değiştiremeyeceği gibi, şirketin, önünde dimdik duran yatırımcıları, bir buldozer gibi ortadan kaldıramaması, Google çalışanlarını biraz şüpheci olmaya yöneltmiş olabilir.

Tüketici olarak: Her sektörde haklı rekabeti destekleyen biri olarak, internet dünyasında bu gibi social network, e-commerce, e-procurement, interactive websites.. alternatiflerinin çoğalmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Facebook’un 20 sene sonra nerede olacağını kestirmek imkansız. Daha önceden ortaya çıkmış olan social network sitelerinin en iyisi olduğu (bkz:hi5) kesin, fakat henüz karşısına tehdit oluşturacak bir alternatif de çıkmış değil. Dolayısıyla, stratejilerini deneme yanılma yoluyla bulabiliyor.  Yenilikçi (innovative), olmasının yanında kullanıcılarına karşı uyguladığı “arkadaşçı” yaklaşım, başarısını devam ettirmesini sağlayan en önemli özelliklerinden biri. Ben, facebook’u bir marka değil, bir iletişim aracı olarak algılıyorum. Beni dünyaya bağlayan, telefon numaralarım, e-mail account’larım bir de facebook account’ım var. Fakat facebook’u biraz zorlayan alternatiflerin olması fena mı olurdu. Linkedin buna en yakın verebileceğimiz örnek olabilir... Ama kesinlikle yeterli değil.

Uzun lafın kısası, iyi bir tüketici (bir markaya karşı hastalık derecesinde bağımlılığı olmayan), küçük şirketlerin büyükler tarafından kapsama altına alınmasına nazaran, o küçük şirketlerin büyümesini, yeni şirketlerin doğmasını destekler ve alternatiflerinin olmasını ister ki kendini bu tüketim dünyasında güçlü hissedebilsin. Yani, Go Groupon!

Yatırımcı olarak: Neyin, kime, ne zaman, nasıl yatırıldığına bağlı olarak, neye göre, kime göre değerlendirildiğine bakılmalı ki bunu şuan benim yapmam pek olası değil.

Monday, October 11, 2010

Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne Siyaset Karışırsa



192 filmin gösterimi gerçekleşecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, Boşnak asıllı Sırp yönetmen Emir Kusturica’yı hedef alan üç farklı aşamayla protesto edildi. Yönetmen Semih Kaplan, Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve MHP meclis üyesi Reşat Oktay.


Kültür etkinlikleri, farklı görüşlerin, fikirlerin bir araya gelmesinden doğan rengarenk boyanmış bir barış sembolü gibi olmalıdır. Katılımcıların ve davetlilerin orada bulunmasının nedeni aynı siyasi görüşe sahip olmaları ya da dünya problemlerine aynı çerçeveden bakmaları değildir. Bir meclis üyesi ya da bakan tarafından yapılacak olan protesto, ülkeye ve etkinliğe ne şekilde mal olacağı düşünülerek yapılmalıdır. Bizim ülkemizin, dolayısıyla da vatandaşın canı, bu fevriliklerden ve “basit” protestolardan ötürü yeteri kadar yanmıştır. Nitekim, yapılan bu protestoların altında, söylendiği gibi düşünce farklılığı olduğuna bile inanmak güç. Sanki amaç sadece provokasyon yaratmak.

Semih Kaplanoğlu’nun sinemasını, yönetmenliğini ve filmlerini takdir ettiğim gibi, kendisiyle farklı görüşte olan bir insanla yan yana gelme gücünden aciz olduğuna inanmak zor olsa da, anlaşılabilir bir davranış. Davet edildiği bir etkinliğe katılıp katılmamak tamamıyla onun bileceği bir iş ve kişisel bir tercih. Bu tercihe saygı duymak aynı zamanda eleştirmek ise bizim bileceğimiz bir iş.

Fakat, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Antalya Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen bir kültür etkinliğine katılmamasının, kendisinin ülkesindeki kültüre karşı yaşadığı bir yenilgi olduğunu düşünüyorum. Bir bakanın, Türkiye’nin simgesi halini almış bir etkinliğe, jürideki bir yönetmenle olan görüş ayrılığında ötürü, katılmaması kişisel boyutta algılanamaz. Sanatçılar, bakanlar, siyasetçiler ve halk AKSAV'ı jüri seçiminden ötürü eleştirebilir, eleştirisini röportajlarda, gazetelerde ya da farklı yayın kuruluşlarında yapabilir, fakat bir bakanın etkinliğe katılmayarak, etkinliği bir şekilde cezalandırmaya çalışması aciz bir davranıştır. Unutulmamalıdır ki, bu tip etkinliklerde sanatçı siyasi görüşüyle değil, sanatıyla orada bulunmaktadır. Herhangi bir kültür etkinliğiyle siyaset iç içe olabilir, bir etkinlikte farklı görüşlerin varlığı da görmemezlikten gelinmemelidir, fakat etkinlik üzerinden siyaset yapılması yanlıştır. Ertuğrul Günay'ın bu davranışı, farklı partilerin oluşturmaya çalıştığı mualif ortamdan öteye gitmemektedir. Siyasetçiler, ülkemize katkıda bulunan her bir adımda birlik olmak ve bu adımları desteklemek yerine, birtakım gerekçeler göstererek köstek olmaktadırlar. Ertuğrul Günay’ın törene katılmama kararı alıp, “Kusturica varsa ben yokum, Mustafa Akaydın'ı kınıyorum” demesi; törenden sonra, Kusturica’nın Festivali terk etmesinin ardından da “Antalya Film Festivali’ni önemsiyoruz, yaşananların film festivalini gölgelememesini diliyorum, bu bir siyasi tavır değildir” demesi, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi birebir anlatıyor. Bu durum, aslında bana da söyleyecek başka bir şey bırakmıyor.

Büyükşehir Belediyesinin MHP'li Meclis Üyesi Reşat Oktay’ın,  Festival açılışında yaptığı protesto bir meclis üyesine değil, bir kültür etkinliğinin amacını anlayamayan, sıkışıp kaldığı ideolojilerden kendini kurtaramayan, herhangi bir kişiye yakışır tarzdandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın konuşmasını gerçekleştirirken, protokolde oturan Reşat Oktay ayağa kalkıp, bağırarak protestosunu gerçekleştirdi. Bu “basit” protestosunun sonucu, belediyenin özel güvenlik görevlileri tarafından dışarı atılarak, kendi sıfatına epey zarar verir bir davranışın kurbanı oldu.

Türkiye’nin barışı ve dostluk ortamını desteklediğini, polemik, tartışma ve propagandalarla anlatmaya çalışmak moda oluyor. Aynı zamanda da ülkemize bizzat çağırılan bir yönetmen, misafirperverlik göreceğine, neredeyse kovulma riskiyle karşılaşıyor...

Büyükada ve Adalar Müzesi



İstanbul’a bu kadar yakın olup da, gittiğinizde kendinizi istanbul’a bir o kadar uzak hissettiğiniz tek yerdir prens adaları. Uzaktan anlamaya çalışırız, her birimizin içini farklı doldurduğu İstanbul’u.

Büyükada’da doğmuş ve büyümüş biri olarak, başından çok şey geçmesine rağmen, benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla, en kötü dönemini şuan yaşıyor diyebilirim Büyükada.

Adalar Müzesi’nde öğrendiğim bilgiye göre, 1960 senesinde 19.834 ile rekor kıran toplam nüfus, 2009 itibariyle 14.341.


Herkesin konuştuğu, tartıştığı bir durum söz konusu. Adalar belediyesi farklı bir siyasi partiden olduğu için, hükümet doğru düzgün yardım/yatırım yapmıyor. Edebiyatımızda yerini bulmuş, şarkılara konu olmuş ada vapuru bile kaldırılmış durumda. Onun yerine, Bostancı-Büyükada seferleri, üzerlerinde "ada vapuru" yazan!?!? motorlarla yapılmakta. Büyükada’da kaldırımda yürümeye imkan yok, çoğu sokağın kaldırımı dökük vaziyette. Yazın, hafta sonu adaya gittiğinizde, çoğunlukla Arap olan turistlerin kalabalığından, fayton kuyruğu için 1 saat bekleyebiliyorsunuz, faytonlar turistlerden daha çok para kazanabildikleri için, adalı vatandaşların ulaşımını sağlarken burun kıvırabiliyorlar. Turistler esnafa güzel para kazandırırken, esnaf dışında adanın kendisi hiçbir şey kazanmadığı gibi, oluşan kirlilikten ötürü, ada, doğal güzelliğini de yavaş yavaş kaybediyor. Sokaklar ne kadar sıklıkla yıkanıyor bilmiyorum, fakat yol kenarlarındaki at pisliği her geçen gün artıyor. Eskiden fayton dışında çok az araba geçerken -çöp arabası, polis arabası, ambulans, motosiklet- belediye bu arabaların sayısını arttırmış durumda, ve sokak aralarında hızlı ilerlemelerinden ötürü faytoncular da şikayetçi.


Anlayacağınız, vergisini ödeyen, adalı vatandaşlar adeta kendi yuvasında cezalandırılıyor.

Adalar belediyesine, herhangi bir sorundan ötürü gittiğinizde ise “hanımefendi, bunlarla Büyük Şehir Belediyesi ilgileniyor, dilekçenizi ona veriniz” tepkisiyle karşılaşabiliyorsunuz. Bugün git yarın gele bile razıyken size sunulan şey, haydi eyvallah bir daha da gelme...

Her ne kadar bunlar beni her adaya gittiğimde üzse de, her şeye rağmen adalarda güzel şeyler olmuyor mu? Neyse ki oluyor, birileri uğraşıyor, çabalıyor ve başarıyor.
 
 
 
 

Adalar Müzesi

Büyükada’da yapılacak bir sürü şey var. Bunlardan bir kaçını hemen sayayım.


Denize girmek; bisiklet kiralamak; sahildeki balıkçılarda -Milto, Lido ya da Alibaba- rakı balık keyfi yapmak; Kardeşler Şarküteri’den sıcak bir patates kroket yemek; Yunus Dondurma’dan vişne ağırlıklı dondurma yemek; bir bardak acılı turşu suyu ile turşu yemek; Fıçı’da bira, patates, kokoreç -seviyorsanız- üçlüsünü tüketmek; Aya Yorgi kilisesine çıkıp adak adadıktan sonra, yan tarafındaki muhteşem manzaralı –bi taraftan güneş batıyor, diğer taraftan ay yükseliyor- restaurant’da et şiş, sucuk, patates, bira tüketmek; Aya Yorgi’den önce faytonla ada turu yapıp özellikle Nizam tarafındaki evlere bakıp bakıp iç geçirirken, eğer büyük tur istediyseniz deniz manzarasına doymak; bir de son olarak, adalar müzesini ziyaret etmek.

Evet bunların hepsini sık sık yaparken, bu sene yapılacaklar listeme giren en son şey adalar müzesi’ni ziyaret etmek oldu. İstanbul’da yapılan her bir müze, tiyatro salonu, kültür alanı oluşumuna katkıda bulunan her bir birey/kuruma teşekkür ediyorum.




Adalar Müzesi’nde, adaların oluşumundan bugüne kadar olan tarihini, adalarda yaşanmış iz bırakan hikayeleri, yazarların/düşünürlerin adalarla olan etkileşimini, manastırlar/yetimhaneler hakkında bilgileri, sürgünleri –sanırım bu sürgünlerden en güzeli bir imparatoriçe’nin adada kendi yaptırdığı manastıra sürülmesi- Marmara denizi hakkındaki bilgileri öğrenmeniz mümkün.

Kesinlikle görülmeli. Görsellik açısından çok fazla şey beklemeyin, fakat adalar hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmak için bir sürü kitap okumak yerine, müzede birkaç saat geçirin yeter.

Büyükada hakkında söylenecek çok söz var, çok fazla duyguya hitap eder Büyükada. Yalnızlığı, güzelliği, özgürlüğü, doğayı, samimiyeti, dostluğu, gençlik ruhunu, yaşlılık huzurunu, çocukluk aşkını yaşatır Büyükada. Dondurman yere düştüğü zaman ağladığın, bisiklete binmeyi öğrendiğin, Rum, Yahudi, Müslüman... dostlarla çocukluğunu paylaştığın, açık hava sinemasında çekirdek çıtlattığın, sinemada gezinen abiden frigo satın aldığın, dansa davet, saklambaç, yerden yüksek oynadığın, ilk aşkını yaşadığın, son aşkını yaşadığın, Kürt böreğinden vazgeçemediğin, denize/oksijene doyamadığın, davetlerde upuzun sofralar kurduğun, selam dolu uzun yürüyüşler yaptığın yerdir benim için Büyükada.
 
Fotoğraf, Yahya Kemal Dostlarıyla. Yahya Kemal Enstitüsü Arşivi, Adalar Belediyesi

“Yüreğim sızlayarak gözlerim afaka dalar,

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.

Leblerim sineni, çeşmim gene mehtabı arar.

Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.”

Ahmet Refik Altınay



“Ey Sebz ü mutarra Ada, ey hâk-i muattar!

Ey Tur yolu, ey korkulu uçurumlar!

Ey gönlüme hasret düşüren kumlu sevahil!..

Ey Dil’deki çılgın, mütehalik cevelanlar..”

Recaizade Mahmut Ekrem
 
 
.




Saturday, September 25, 2010

Fashion's Night Out

FNO

Gitmeyenler pişman oldu, gitmeye karar verenler Nişantaşı mı, İstinye Park mı, yoksa Bağdat Caddesi mi diye kararsızdı, gidenler ise şaştı kaldı.

Biraz geç bir post oldu fakat yazmasam olmaz. FNO’ı Nişantaşı'nda geçirdim. Bu kadar güzel bir etklinlik olcağını düşünmemiştim. Mağazalardan Sokaklara moda taştı. Markalar güzel reklam yaptı, çok fazla alışveriş yapıldığını sanmıyorum, çoğu kişinin elinde torba yoktu, zaten alışveriş hedefli bir organizasyona benzemiyordu.  Geceye özel indirimli mağazaların kasalarında insan vardı, onun dışında kabinler boştu. Modanın sosyalleşme aracı olduğu çağımızda, bu moda aracılığıyla gerçekleşen kitlesel sosyalleşme kavramını, blog gibi sanal ortamlardan kurtarıp sokaklara döken bir organizasyon oldu. Kalabalık bir grup mağzalarda gezdi, birbiriyle sohbet etti, sokaklarda içkisini, sigarasını içti. Şaşırtıcı çünkü Türkiye'de sokağa taşan içki kültürü çok ender yaşanır. Öyle ki geçtiğimiz günlerde Tophanede gerçekleşen galeri açılışlarında, yaklaşık 20 kişiden oluşan bir grubun açılışa katılanlara saldırmasının nedeninin, kesin bir şekilde söyleyemeseler de, içkiyle ilişkilendirilmesi korkunç. Ya FNO’dan belirli bir kesimin haberi gerçekten yoktu, ya da önlemler iyi alındı.

Yurtdışında çoğu yerde, sokaklarda gerçekleşen festivallere hep özenmişimdir. Hiçbir taşkınlık yaşanmaz, herkes kendi halinde içkisini içer, eğlencesini yaşar, sosyalleşir, eğlenir. Bunun İstanbul’da olmasının hep çok zor olduğunu düşünmüşümdür. FNO gecesi sokaklarda şarap içildi, dj’ler güzel performanslar sergiledi. Amacın dışında orda şansa bulunan, ya da orda bulunmaktaki amacı farklı olan kimse yoktu.

Ertesi gün Power fmdeki sabahları yapılan radyo programında, Gevezeyle FNO hakkında konuşan Sinan, bu kadar fazla birbirinden seksi kızı bir arada görmediğini söyledi. Gerçekten de öyleydi. Gerçi bu tarz yorumları duyan Türk halkı, seneye de aynı organizasyon gerçekleşirse nasıl tepki gösterecek bilmiyorum. Örnek olarak da, Nişantaşı’nda gerçekleşen yılbaşı partilerinde sokakta yürümekten korkan kızların, trafiğe rağmen gitmek istediği mekanların kapısına kadar taksiyle gitmeye çalışmasını verebilirim. Türk erkeklerinin convers-kot pantolon ya da kösele-kanvas pantalon kafasından çıkmaya başladığını, dar pantolonlar giydiğini, değişik şapkalar taktığını, aynanın karşısında saçları için epey bir vakit geçirdikten sonra evlerinden çıkmış olduklarını görmek sevindirici. Nitekim gerçekten Nişantaşı’nda FNO’a katılan erkekler de kızlar kadar hoştu.

Aşağıya FNO’da çektiğim birkaç resmi de koyuyorum. Umarım her sene bu organizasyon daha da başarılı bir şekilde gerçekleşir ve burası İstanbul’la özdeşleşir.













Friday, September 3, 2010

Dice Kayek & Huseyin Çağlayan @İstanbulModern


İstanbul Modern Müzesi’nde Dice Kayek sergisi açıldı.


Dice Kayek, merkezi Paris’te bulunan, Ece & Ayşe Ege kardeşlerin kurduğu önemli ve popüler Türk moda markalarından biri. Fashion Week kapsamında olan açılış epey kalabalıktı, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı tek tek konuşma yaptı, geceye sponsor olan Kayra lezzetli denilebilecek şarap ikramında bulundu, özellikle Fransız turistlerin ilgisi yüksekti, moda dünyasından önemli kişiler sergide boy gösterdi, şık ve zarif giyinen de vardı, çılgın ve spor giyinen de ve İstanbul Modern Müzesinin bahçesinde İstanbul’un modern yüzü tekrardan ortaya çıktı.

Kıyafetlerin, spot ışıklarının altındaki cansız mankenlerin üstünde sergilenmesi bana hep ilginç gelmiştir. Sanki kıyafetlerin olması gerektiği yer ya vitrin ya da defiledir. Çünkü kıyafete bir anlam ya da felsefe yüklemek bence zordur. Ama bu, Dice Kayek ve Hüseyin Çağlayan için geçerli olmuyor.






"Bence Vogue" reklamından sonra Hüseyin Çağlayan’ın bir felsefi yanı olduğunu hepimiz anlamıştık. Kimi bunu “Bence Bok” şeklinde yorumladı, kimi “vay be Vogue neymiş, moda neymiş, neler oluyor?!?” şeklinde. Sergilenen kıyafetler de güzeldi, kıyafetlerle yapılan felsefe de. Benim en çok beğendiğim, sergi bitiminde, duvara yansıtılan Hüseyin Çağlayan defilesi oldu. Bazı ziyaretçiler defileyi biraz izleyip gitti, asıl önemli olan defilenin sonu olduğu için, size tavsiyem sonuna kadar izlemeniz.




Dice Kayek / Lale
"Kimse bilemez aşkı İstanbul'un çiçekleri kadar. Ta ezelden beri sevgi ve hasret hikayelerimizin sessiz tanıklarıdır onlar. Kutlamaların, muhabbetlerin, sevinç ve dostlukların hayat boyu yoldaşlarıdır. Tüm çiçekler arasında biz İstanbulluların en çok sevdiği laledir zannımca ve laleler, onlar da bu şehri sever."


.

Monday, August 23, 2010

İşe yarar bir şeyler...


İşe yarar bir şeyler..



I pad

Ipad çıktığından beri arkadaşlarla tartışıyoruz, Ipad ne kadar kullanışlı, olay sadece e-book mu, her zaman yanımızda taşıyabileceğimiz bir defter gibi kullanılır mı, video gösterimi ne kadar kaliteli, gözler için bilgisayar gibi zararlı mı vs. Ipad almak için kafamda oluşturduğum bahaneleri sıralıyorum.

1.Blog takibi çok kolay. Kendi blog sayfanızın Ipad ekranında nasıl gözüktüğüne bakmak isterseniz, IPad Peek'e blog adresinizi yazarak görebilirsiniz.

2. Özendiğim, ezildiğim, kıskandığım, benim önümde çeşitli not kağıtları dururken, Geçen gün toplantıya Ipad’iyle giren ve kolayca not alan havalı arkadaş.

3. Asıl önemlisi bir arkadaşımın bahsettiği Flipboard uygulaması. Kısaca bahsetmek gerekirse, flipboard “social magazine” hizmeti veren bir uygulama. Hangi sosyal medyaya üye iseniz, hangi paylaşım ağını kullanıyorsanız, facebook, twitter, buzz, friends feed vs., tüm bu alanlarda sanal dünya üzerinden fikir/saçmalık/foto/video/status değiş tokuşu yaptığınız takipçi/arkadaşlarınızdan gelen yenilikleri ve haberleri size dergi şeklinde aynı çerçevede bildiriyor. Böylece internet sayfaları üzerinde geçişler yapmak zorunda kalmadan sosyal medyadaki güncelliğinizi koruyorsunuz.

4. Teknolojide “Up to date”i kaybetmeme olayı. Koktuğum şeylerden bir tanesi de bilgisayar ekranına gömülüp, bir zamandan sonra otomatiğe bağlanmış şekilde, hep aynı işi yaparak, üretim rakamı vs. hesaplamalarıyla uğraşırken, sürekli aynı programları kullanırken, arkamızdan gelen jenerasyonun bilmişlik taslayıp, yaşadığımız teknolojik sorunları “ben hallederim yaaa” şeklindeki tavrıyla 2sn içerisinde halletmesi. Ya da, bir üst jenerasyonumuzda rastlanan (kendileri telefonsuz, televizyonsuz, sinemasız, cep telefonsuz, internetsiz zamanlardan bugüne geldikleri için, sürekli bir beyinlerini güne adapte etme sorunsalını yaşadılar) evladım bu mesaj nasıl gönderiliyor, telefonda beni arayan numaraları göremiyorum kayboldu, fotoğraf makinesindeki fotoğrafları bilgisayara geçirmeye çalıştım ama oldu mu acaba, facebook’u anladım ama twitter ne, tam bir saçmalık, msn’de isimlerin yanında bir yazı çıkıyor ben de yapabilir miyim şeklindeki “tepki sendromu”na yakalanma korkusu. Bu yüzden teknolojiyi hiçbir zaman reddetmemeli, yeni çıkan her şeyi ilk kullananlardan olmalı, hatta çocuğumuz kendine örneğin play station ve wi’den sonra çıkacak olan hayallerimizin ötesinde bir oyun konsolu istediğinde, 50 yaş üstü bir periyoda girmiş olsak bile, kutusundan ilk biz çıkartıp,oynadıktan sonra kutusuna geri yerleştirip hatta jelatinleyip, yılbaşı ağacının altına koymalıyız.

Tele asistan


Tele asistanla tanışmam enteresan oldu. Telefonum çaldı, merhaba ben tele asistan’dan arıyorum diye bir kadın sesi... Algılamam ve tele asistanın ne olduğunu anlamam biraz vakit aldı. Ne tele asistan mı, o ne acaba, nası yani, kimin asistanı şeklindeki sorular yerine, neyse ki kadın konuşurken bilgisayarın karşısında oturduğum için “tele asistan”ı google’lama zamanı bulabildim. Aslında gayet işe yarar bir hizmetmiş. Küçük ölçekli şirketlerde asistan yokluğunu kapatabilecek bir hizmet. Belirli bir aylık ücret karşılığında size canlı (makine değil) tele asistan atanıyor ve telefonunuzu açamadığınız zaman ya da yönlendirdiğinizde tele asistanınız devreye giriyor. Gün sonunda da sizi arayan kişi ve firmaları rapor şeklinde mail’inize yolluyor.


TED


Technology, Entertainment, Design.

Dünyanın farklı yerlerinde, yaymaya değer fikirleri insanlara ulaştırmak amaçlı kurulan bir organizasyon. TED’e konuşmacı olarak katılan ilk Türk, Elif Şafak’ın "The Politics of Fiction" konuşmasını hala izlemediyseniz bence şimdi izleyin.

TED’in Türkiye versiyonu ise TEDxReset.
Sadece bir şeyler öğrenmek ya da başkalarının tutku dolu yaratıcı fikirlerini paylaşmak için izlenmemeli TED, aynı zamanda, Duct Tape Marketing'in de dediği gibi, iyi bir konuşmacı nasıl olunur, iyi bir sunum nasıl hazırlanır sorusuna da çok güzel cevap veriyor.

Google Reader

Ben sanıyordum ki herkes kullanıyor, biliyor Google Reader’ı ama sorduğum insanların çoğu haberdar olmadığı için hemen kısa bir açıklama yapıyorum. Google account’ı oluşturduktan sonra, adrese giriyorsunuz, şifrenizi ve username’inizi yazıyorsunuz. Karşınıza boş bir ekran çıkıyor. Sol tarafta bulunan add a subscription’a tıklayarak, takip ettiğiniz dergi/blog/gazete web sitelerinin adreslerini yazıyorsunuz. Girdiğiniz web sitelerini belirli label’lar altında da toplayabilirsiniz. Örneğin, moda’nın altında moda ile ilgili web sitelerini, haberlerin altına ntvmsnbc, cnn gibi siteleri koyabiliyorsunuz. Takip ettiğiniz siteye yeni bir post eklendiğinde kaç tane okumadığınız yeni haber olduğunu size bildiriyor, istiyorsanız sadece başlık ve kısa özetleri okuyabilirsiniz. Siz haber okudukça belirtilen sayı azalıyor, böylece de her şeyi çok hızlı bir şekilde takip edebiliyorsunuz. Özellikle blogları çok rahat bir şekilde Reader'dan takip edebilirsiniz.

Yazarx

Google Reader’la birlikte çok sık kullandığım başka bir servis de yazarx. Yazarx’e üye olduktan sonra favori yazarlarınızı seçiyorsunuz. Verdiğiniz e-mail adresine günlük olarak favori yazarlarınızın yazıları gönderiliyor. Sevdiğiniz yazarlar tek bir gazetede toplanmıyorsa ya da her gün elinize gazete almakta zorlanıyorsanız, köşe yazısı/yorum takip etmek için birebir.

Tuesday, August 17, 2010

"Some Times The Strongest and Most Wonderful Things Are Those We Cannot See"





Anuncio Estrella Damm 2010 - Menorca San Juan
Yükleyen grattia. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.



PAP PAP PAP PAP PARARA
PAP PAP PAP PAP PARARA..........




25 -30 yaş arası sendromu diye bir şey var mı acaba?

Türkiye’de yaşıyorsanız, belirli bir dönem okumak/çalışmak için yabancı bir ülkede çalışmışlığınız var ise, özellikle bu ülke İspanya, İngiltere, Amerika gibi hayatın ve gençliğin kalbinin attığı ülkelerden ise Türkiye’ye döndüğünüz zaman 25 yaş sendromu yaşamak (20'li yaşlar bitmesin sendromu) çok olası.

Eğer genellersek, istisnaları saymazsak ya da benim gibileri istisna olarak dusunursek, bizde işler şu şekilde yürür:

Gençler..

13 sene (8+5) üniversite öncesi eğitim görürler.
4 sene üniversitede okurlar.
1 yada 2 sene mastır yaparlar (şanslılarsa, ya da Türkiye’de mastır yapmanın ne kadar hiçe sayıldığını hesaba katmalarına rağmen bunun zaman kaybı olduğunu düşünmeyecek kadar macera seven bir tarafları var ise).
Okurken sadece kağıt parçasına yazmak için staj yaparlar, yaptıkları stajların çoğu hiçbir işe yaramaz, sadece vakit kaybıdır.
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda işe başlarlar (şanslı olanlar, bir şekilde yurt dışına çalışmaya giderler, fakat çoğu sadece  sırf çalışmak için orda kalma mantığındadır, zaten çalışmadıkları zmn oturma izinleri iptal olur)
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
................................
.................
Bu sırada vize alabildikleri sürece ve uçak biletine para ayırabildikleri kadar yurtdışına tatile giderler.
Türkiye’de takıldıkları belirli bir grupları vardır.
Gezip/görme/keşfetme programların çoğuna hayır demek zorunda kalırlar/derler, bu sırada istanbul'daki gece mekanları ful çeker.

Yurt dışına gittiğinizde ise genelde şu tarz örneklere rastlarsınız:

Uruguay’dan Brezilya’ya okumaya giden biri şimdi Barcelona’da çalışmaktadır.
İspanya’da tanışan Arjantinli bir kız ve Alman bir çocuk, Berlin’e yaşamaya gider.
Road-trip hayatlarından eksik olmaz.
Üniversite sonrası en az 1 seneyi dünyayı gezmeye ayırırlar.
Çalışırken 6 ay ara verip akıllarındaki tatili yaparlar.
Okurken gerçekten para kazanmak için staj yaparlar.
Her fırsatta yeni insanlarla tanışırlar.
İş dışında her şeyden konuşurlar.
Hikayeler anlatırlar, anlattıkları hikayeler eğlenceli ve heyecanlıdır.
Özgür yaşamanın verdiği bir alışkanlıkla, toplandıklarında yaratıcı fikirler ortaya çıkartırlar.
Kızlar erkekler gibi/kadar özgürlüklerine düşkündürler (Bizim Türk erkeklerine yabancı kızların bu özgüveni inanılmaz çekici gelirken, Türkiye’de yaşayan Türk kızlarındaki özgüven her türlü yakıştırmaya maruz kalabilir)
............

Tabi daha yazabileceğim çok şey var... Modern Türk genciyle modern yabancı gençlerin dar bir açıdan karşılaştırılması gibi oldu.

Bunun Estrella reklamıyla alakası ne derseniz... gerçi videolar izlendiğinde alakası anlaşılıyor... 
Paylaştığım bu iki video, 2009 ve 2010 seneleri için yapılan İspanyol bira markası’nın (tadı Efes’e benziyor, Efes sevenlere duyurulur) internet ortamında paylaşılan videoları. 2011’de yapacakları videoyu da merak ediyorum.
Yurtdışında yaşamaya karar veren bir arkadaşım bu iki videoyu gönderdi bana. Müzikler süper, video çok iyi, İspanyol gençliğini gayet iyi anlatıyor. Hedef kitleyi direkt kalbinden vuran bir reklam. Eskiden coca-cola reklamları bu şekilde olurdu. Çok uzun süredir bende bu tarz hisleri yaratan bir coca-cola reklamı da izlemedim.

Bahsettiğim kişi, Türkiye’deki yukarıda belirttiğim düzeni reddeden insanlardan. Hayata aşık, yeni insanlar tanıma tutkusu çok yüksek, özgürlüğüne düşkün, yakaladığı her fırsatta yeni yerler keşfetme, yeni deneyimler tatma peşinde.

Bana bu video’yu göndermesinin nedeni hayata kaşı algılarımızın benzer ama kararlarımızın farklı olması... Ben cesaret eden maceraperestlerden değilim. Bunu fark ettiğimde, 20'li yaşların bitecek olmasını yoğun bir şekilde hissetmek bende sendrom yaratan...


raise your hand and sing it with me
some times the strongest and most wonderful things are those we cannot see.....

Wednesday, August 4, 2010

e-dünya



Bu yazımı Radikal yazarı Türker Alkan’ın birkaç gün önce okuduğum Yaşamın Elektronikleşmesi başlıklı yazısından ilham alarak yazıyorum.


e-devlet, e-posta, e-hizmet, e-bilgi, e-bilet, e-uygulama, e-eğitim, e-kitap, e-iş, e-ticaret, e-anket, e-bülten...
Aslında daha o kadar çok var ki, olmayan kelimelerin başına da siz ekleyip bir şirket ya da hizmet yaratabilirsiniz.


Hayatımıza bir anda eklenen bu harf, küçük bir detay gibi gözükse de sosyal hayatımızda, iş hayatımızda veya devlet işlerinde vazgeçilmez/geri dönüşü olmayan değişimlere sebep olmakta. Örneğin Türker Alkan’ın da yazısında bahsettiği gibi, e-devlet ile birlikte işler kolaylaşırken (Türkiye’de ne kadar kolaylaşabiliyorsa artık), birkaç saatlik kuyruklarda beklemek yerine işlerimizi oturduğumuz yerden halledebiliyorken, aynı zamanda, devletin, üzerimizdeki kontrolü ve yönlendirmesi arttı. Hatta tele kulak yerine e-kulak diyerek bir genelleme yapabiliriz. "e" ile birlikte işsizlik arttı. İnsanların birbirine olan ihtiyaçları azaldı, her şey e-ortamda bulunur ve yapılır oldu. Mahremiyetin sınır/sızlığı insanları birbirine düşürdü. Hayat kolaylaştı, bununla birlikte değerler değişti, çoğu kişi zora gelmek istemedi, yalnızlık arttı.


Yukarıda yazılanların tam tersi etkilerini de görmemiz mümkün. Örneğin, e-devlet oluştuğu gibi e-provokasyon oluşmaya başladı. İnsanlar çok daha hızlı birleşir oldu ve bu birleşmeler ülke sınırlarını aştı. Yeni iş fırsatları doğdu.  Herkes blog yazarı unvanını alabildi, internet üzerinden satışlar arttı, kitlelere daha çabuk ulaşıldı. e-eğitim sayesinde eğitimin sınırları genişledi. İnsanların birbiriyle olan iletişimi arttı. Ticaret gelişti, küçük ölçekli işletmelerin rolleri gelişti. Herkes fikrini paylaşır, birbirini tanır oldu. Kişilere yeni kimlikler eklendi. Entelektüel zeka daha fazla sorgulanır oldu. Hayat kolaylaştı, bu kolaylık verimliliği ve yaratıcılığı arttırdı. Kişi evde tek başına otururken bile sosyal bir çevreye aitlik hissedebildi.


“e”harfi hayatımızın merkezinde yerini almışken birey olarak onun yeteri kadar farkında olmayabiliyoruz. Bir şeyler kendiliğinden değişiyor ve yolunu buluyor, oysa biz daha iyi yön verebiliriz. Bazı durumlarda bana kalırsa “e” sadece elektronik anlam taşımıyor, entelektüel kelimesini de içerisinde barındırıyor. İnterneti kullanmak, elektronik yenilikler başlatmak ya da e-düşünce yaymak, bilgi paylaşmak, insanları yönlendirmek aynı zamanda entelektüel bir yapı gerektiriyor. Yurkarıda da belirtmeye çalıştığım üzere elektronik dünyayı nasıl algıladığımız ve nasıl kullandığımız tamamıyla bize kalmış durumda. Eğitimin, öğretmen atamalarının en büyük sorun olduğu ülkemizde e-eğitim yeteri kadar hatta hiç verimli kullanılmıyor. Oysa çok daha fazla kitleye ulaşabilir; tabi bunun için önce internet kullanımının artması, bilgisayar dağıtımının sağlanması lazım, ama bazı şeyler geç olmadan bir şekilde başlamalı/başlatılmalı. Entellektüel kesim kendi e-platformunu kurup Türkiye’de birtakım problemleri şiddet yoluyla değil entelektüel olarak değiştirmeye çalışabilecekken bu girişim sadece birkaç kişiyle sınırlı kalabiliyor. Kişi e-kimliğini yeteri kadar yaratmıyor, tanımıyor ya da tanıtmıyor. Oysa bloglar, facebook, twitter, buzz ile birlikte bir e-kimlik oluşuyor ve siz farkında olmadan e-kimliğiniz, sizin gerçek kimliğinizi de etkiliyor, geliştiriyor ve yönlendiriyor. Belki de yakın zamanda e-Hasan, Hasan’ı gerisinde bırakacak, tabi e-yasaklar sınırlı kaldığı sürece.

Wednesday, July 21, 2010

Day & Night - Pixar


Video - Day And Night - Pixar

Dün gittiğim Toys Story filminden önce gösterilen, çocukların kahkahalarla güldüğü, beklenmedik bir şekilde çıkan konuşmada ise muhtemelen korktukları Teddy Newton'nın direktörlüğünü yaptığı Pixar'ın  kısa animasyon filmi.

Gece ile gündüz karşılaşsa birbirlerine ne anlatırlardı?

Ya da..

Fear of the unknown.

They are afraid of new ideas.

They are loaded with prejudices, not based upon anything in reality, but based on…
if something is new, I reject it immediately because it’s frightening to me.
What they do instead is just stay with the familiar.

You know, to me, the most beautiful things in all the universe, are the most mysterious.

Monday, July 19, 2010

Irena Sendler


Yaşadığımız ülkede, dünyada, dönemde, bir güne ya da haftaya olumlu, güzel, güler yüzlü, mutlu ve enerjik başlamak gittikçe zorlaşmaya başladı.

Bunun için haber sayfalarını reddetmek, homepage olarak açılan Google Reader’ı görmezden gelmek, güne başlarken karşılaştığın tüm olumsuzluklar sonrasında –trafik, yere tüküren adam, Beşiktaş’taki yanından polisin uyarmadan geçtiği arabanın camlarını silmeye çalışan gençler- beyindeki “sil” tuşuna basarak, yüzündeki salak tebessümle hayata devam etmek lazım. Nasılsın diye sorduklarında, aslına bakarsan başına bir şey gelmediği için, bomba gibiyim, süperim, hafta sonu çok eğlendim, arkadaşım evleniyor, sevgilim bana çiçek aldı gibi abidik kubidik olaylarla soruyu “geçiştirmeyip” gerçekten muhabbet ediyormuş gibi yapmak...

Ama maalesef olmuyor. İçimizde bir sıkıntı... Yunuslar yavaş yavaş öldürülüyor, Afrika’daki yerlilere vuvuzela umut oluyor. Senelerin en sıcak yazı yaşanıyor, aynı zamanda seller oluyor, volkan patlıyor, deprem bekleniyor. Mağarada işçiler mahsur kalıyor, son nefeslerinde duvarlara yazdıklarıyla Allah’a can dileniyor. Anaların evlatları öldürülüyor, dünyanın farklı yerlerinde aynı anda bombalar patlıyor, zorla adam öldürtülüyor. Kimse geçmişi algılayamıyor, kavrayamıyor, alacağı kararlarda bir saniyelik bile olsa arkasına dönüp bakmıyor. İnsanların içinde kötü bir hırs, simsiyah hayaller, içi boş ümitler, yaratma değil yok etme içgüdüsü sürüp gidiyor. Sivil Toplum Kuruluşları ne yapacaklarını şaşırmış durumda. Küresellik deniyor. Küresel ekonomi, gelişim, savaş, ısınma... Bu kelimenin yanına her şey ekleniyor. Ben ise küresel isyanı bekliyorum ve zirve toplantılarındaki protestolardan bahsetmiyorum. Aklıma geliyor, İnternetteki yasaklar belki de küresel isyanı engellemek için diye düşünüyorum. Bunları görmek, duymak, algılamak güzel de kaçımız fark yaratmayı geçtim, yaratılan ya da yaratılmaya çalışılan bir farkın küçücük bir parçası olabiliyoruz?

Tüm bunlarla Irena Sendler’ın ne alakası var derseniz. İşte tam haftaya başlamışken, bu düşüncelerle yüzleşirken, güzel bir mail aldım. Hem güzel hem hüzünlü...

Irena Sendler 1910-2008 tarihleri arasında yaşamış Polonyalı bir kadın. Aslında bu şekilde söyleyince her şey ne kadar basit oluyor. Hepimiz belirli bir dönemde yaşayan kadınlar/erkekleriz ve azımız o dönem içersinde gerçek rolümüzü bulup iyi oynuyoruz.

İşte bu kadın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi’lerin Polonya’yı işgali sırasında, 2500 adet Yahudi çocuğun hayatını sahte belgelerle, Varşova’dan kaçırarak kurtaran kadın. Bu arada dikkat etmek gereken şey, Irena’nın Katolik oluşu. Bir sürü Yahudi’yi sahte belgelerle, bazı çocukları ise, kutularda, valizlerde taşıyarak ya da çalıştığı Sosyal Yardım Departmanı sayesinde giriş izninin bulunduğu gettoda çocuklara tifüs tanısı koyarak çıkarılmalarını sağlamış ve gettoda göze çarpmamak için koluna Davud’un Yıldızını takmış.

1943 yılında Gestapo tarafından yakalanan Irena’ya bacakları ve kolları kırılarak, ölümüne işkence yapılmış. Çocuk bölümünün başkanı olarak çalıştığı Yahudi Yardım Kuruluşu Zegota tarafından kurtarılmış.

Değişik ödüller alan Irena’nın en ilginç ödül macerası Nobel Barış Ödülü. 2007’de Irena Sendler’ın aday olarak gösterildiği Nobel Barış Ödüllerinde ise kazanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ve ABD başkan yardımcısı Al Gore!


Wednesday, June 30, 2010

Under Construction/Yapım Aşamasında by Reysi KAMHİ @ PG Art Gallery


Benim de çok yakın arkadaşım olan, işlerini ve çalışmalarını zevkle ve merakla takip ettiğim genç sanatçı Reysi Kamhi, PG Art Gallery’de ilk kişisel sergisini açtı – Under Construction/ Yapım Aşamasında. Sanatçı bu sergide hepimizi fazlasıyla ilgilendiren bir konuya değiniyor, sosyal medya ağlarının soyutlaştırdığı hayatımızı cisimleştirerek gözler önüne seriyor. Sergiyi pazartesi hariç her gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz.

Her ne kadar Reysi’yle defalarca sergi hakkında konuşmuş olsak da, buraya onun anlattıklarından çok kendi algılamamı katarak yazmak istiyorum.

Facebook, twitter, friends feed, google, digg, blog… Sayıları gittikçe artan bu sosyal medya ağları üzerindeki kontrolümüzün boyutu ne? Yoksa daha çok onlar mı bizi kontrol ediyor? Internet üzerinden kendinize bir dünya yaratıyorsunuz. Hiç bu dünyayı daha iyi algılamanız için, bu dünyayı daha etkili/kontrollü kullanabilmeniz için, kendinizin o dünyadaki duruşunu görebilmeniz için uzaktan bu sanal dünyanıza bakmayı başarabildiniz mi? İşte under construction biraz da bu aşamada devreye giriyor.







Öncelikle serginin adı neden Under Construction ona değinmek istiyorum. Reysi, serginin kavramını o kadar iyi kurgulamış ki, sanal dünyanızı yaptığı blog, twitter, facebook, pornografi resimleriyle gözler önüne bir anda sermiyor. Bazı internet sitelerinde karşılaştığımız under construction/yapım aşamasında yazısını gördüğümüzde hemen başka bir sayfaya yöneliriz. Reysi bize “yapım aşamasında” ne demek “yapım aşamasındayken” neler oluyor, ne gibi çalışmalar yapılıyor bunu gösteriyor. Yani görsellikle deneyimlediğimiz sanal dünyada sadece deneyimlerimizi cisimleştirmiyor, deneyimlerimizin de ötesini bize gösteriyor. Sergi yapım aşamasında olduğu için henüz bitmiş halini göremiyoruz. Bu yüzden bir kere ziyaret etmemiz yetmiyor, süreci görmek açısından birkaç kere gitmek lazım.








Sergi, çalışmaların bulunduğu 2 bölümden oluşuyor gibi gözükse de bütününe bakıldığında 3 bölümden oluşuyor. İlk girdiğinizde karşılaştığınız bölümde pornografi resimleri var. Bir anda, porno siteleri aracılığıyla cinselliği dahi görsellik üzerinden yaşamak gerçeğiyle karşılaşıyorsunuz. Diğer bölümde facebook, twitter resimleri sergileniyor. 3. bölümde ise yapım aşamasında olan serginin sürecini izliyorsunuz. Bu bölümde reysi hem internette facebook, twitter gibi sitelerde geziniyor, twitter üzerinden sergide olan biteni yazıyor, bir yandan da sergilemek üzere çalışmalarını gerçekleştiriyor.




Sergi aynı zamanda internet dünyasının da en büyük özelliği olan interaktif bir özelliğe sahip. Twitter üzerinden pg_reysikamhi kimliğindeki sergiyi takip edebiliyorsunuz, cevap yazarak tartışmaya girebiliyorsunuz. Aynı zamanda Reysi, ziyaretçilerle tek tek iletişime geçerek, onlara internet deneyimleriyle ilgili sorular sorarak, onlarla sergi hakkında konuşarak birlikte yeni fikirler üretebiliyor, böylece onları serginin yapım aşamasına dahil ediyor, hatta onların internet/twitter sayfasının resmini yapabiliyor.

Sergiyi gezerken çok keyif alacağınızın garantisini veriyorum. Serginin sürecini görebilmek için sık sık gitmeyi düşündüğümden hafta arası 18.00’da orada olmanız durumunda karşılaşmamız çok büyük bir ihtimal.

“Siber alem aracılığıyla okuma biçimimiz değişmekte. Bu imaj ve enformasyon cennetinde cinselliğimizi dahi görsellik üzerinden yaşamakta, kendimizi dünyanın elle tutulabilir gerçekliğinden uzaklaştırmaktayız. Bu sergi İnternet kültürünün beraberinde getirdiği cisimsizleşme ve yalnızca görsellik üzerinden kurulan bağı deneyime açma ve cisimleştirme çabasıdır.”

Friday, June 18, 2010

"Bu Siteye Erişim Engellenmiştir"




Youtube’e erişim engellenmesinin bir tarihçesi var. İlk zamanlar hepimiz bunun geçici bir süre olduğunu düşündük. Acaba ne zaman engel kalkacak diye beklerken, kapandı açıldı, kapandı bir daha da açılmadı ve erişime engelli sitelerin sayısı gittikçe arttı. Youtube’e ilk yasağın gelmesi 2 seneden fazla oluyor, Google’la ilgili her gün farklı bir yorum yapılıyor, peki biz bu yasaklar hakkında ne kadar bilinçliyiz?

Youtube’e erişimin yasaklanması bu siteye verilen bir ceza değil, Türk halkına verilen bir cezadır. Yasak kararının verilmesinin en büyük göstergesi de, Türkiye’ye, Atatürk’e ve Türk halkına sahip çıkılmadığı ülkemizde, bu yasaklarla sözüm ona bir şeylerin kanıtlanmaya çalışıldığıdır. Kapatılan sitelerin çoğu hukuka aykırı içerikten dolayı sorumluluğu olmayan sitelerdir. Aslında bu siteler için yasal olarak yapılması gereken şey, siteye erişimi engellemek değil de, içeriğin kaldırılmasını sağlamak.

Sitelere erişimimiz Telekom’un DNS’sini (Domain Name Server – Alan Adı Sunucusu) kullandığımız için engelleniyor. Bu yasaklarda birebir Türk Telekom’u suçlamak söz konusu olamaz. Engelleme kararını almamış olsa da, bunu işleme geçiren firma olduğunu bilmek, benim açımdan Türk Telekom’un marka güvenirliliğini sarsıyor. Bu arada, “Türk Telekom’a kafam girsin" kampanyası hakkında yazan bazı sitelerin erişimi de Türk Telekom tarafından engellenmiş. Telekom'u kendi sitesi için yaptığı erişilebilirliği arttırıcı özellikleri biliyor muydunuz? Görme engelli insanların interneti kullanabilmesi açısından çok güzel bir proje geliştirmiş. Çoğu internet sitesinin bu şekilde bir uyarlaması olması gerekir. Fakat sitedeki erişilebilirlik hakkındaki yazıyı okuyunca biraz ironik bir durum ortaya çıkıyor.



Çoğu kişinin artık uzmanı olduğu, forumlarda, bloglarda tartışılan, açıklanan, yasakları engellemek için birkaç sistem var. Ağ bağlantınızın DNS numarasını değiştiriyorsunuz, program yüklüyorsunuz, ya da vtunnel.com’a girip, bilgisayardaki güvenlik duvarını aşan bir sürü pop-up a maruz kaldıktan sonra yolunuza devam edebiliyorsunuz.

Mü-Yap ve Telekom’un işbirliğinde, dijital müzikte telif haklarını korumak amaçlı, müzik indirme sitelerinin engellenmesini anlarız, biz tüketicilerin aleyhine olsa da onaylarız,destekleriz, fakat youtube gibi bir sitenin engellenmesini anlamamızı kimse bizden beklemesin.

Yazımın en yukarısına da eklediğim wikipedia içeriğine de baktığımda, engellerin oluşması sürecinde Cumhuriyet Baş Savcılığı Basın Savcılığı, Sulh Ceza Mahkemesi, Türk Telekom, Hükümet gibi kalabalık bir grup var. Engeller konusunda suçlamalarımı kime yöneltmem gerektiğini bilmiyorum, herkes bir şekilde olaydan sıyrılıyor. Belki de bu yüzden tepkilerimiz az kalıyor.

Özgür alanlarımız gittikçe daralıyor, “public sphereolarak tanımladığımız alanlar giderek kısıtlanıyor, şuan bu alanların başını çeken bloglar ne zaman engellenecek dersiniz?

Monday, May 31, 2010

"Euro 2016’yı Organize Edecek Olan Ülke Belli Oldu" by E.Ö.



Üç ülkenin adaylıkları etrafında geçen ilk tur oylaması sonucu Fransa ile Türkiye bir sonraki tura kaldılar. Aslında iki ülke basını da bu finalin yaşanacağını önceden tahmin ediyordu. 13 oyun dağıldığı son turda ise Fransa 1 oy farkla 7-6 üstünlük kurarak 3. kez aday olan Türkiye’yi eledi ve Euro 2016’ya ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Platini, üzerinde Fransa’nın isminin yazılı olduğu kartona, seyircilere doğru çevirmeden şöyle bir baktı, yüzü pek renk vermedi -sanki kendine yöneltilecek suçlamaların sıkıntısını daha o anda yaşamaya başlamıştı.

Bu organizasyon etrafında bir kez daha hüsrana uğrayan Türkiye’den tepki gecikmedi. Platini Türk basını tarafından sıkıştırıldı, biraz da bunaltıldı. Şenes Erzik televizyona biraz da fevri bir açıklama yaptı: “Bu sonuç Platini için iyi olmadı”.

İşin duygusal kısmı: hepimiz kazanalım istedik. Fakat bu oylamanın sonucunun bize haksızlık olduğunu söylemek ne kadar doğru olabilir? Seçim sonrası röportajlarda Şenes Erzik’in değişik bir açıklaması var: “6 oy alacağımızı hesaplamıştık”.

Bütün süreci derinlemesine irdelemek sanırım pek mümkün değil benim için çünkü ekibin çalışmalarının ne kadar detaylı ve yoğun olduğu konusunda pek bir fikrim yok. Ama dışarıdan bir televizyon izleyicisi olarak söylemeliyim, Türk vatandaşı olmasam, sadece yapılan sunumları izleyerek bir karar vermem gerekse oyumu Fransa’dan yana kullanırdım.

Türkiye Futbol Federasyonu sezon boyunca yaşanan her tartışma sonrası futbolun bir şov, bir gösteri, bir eğlence olduğunu söylüyor. Bu çerçevede üstlerine düşen sanırım bu sunum sırasında da ufak çaplı bir şov yapmaktı. Türkiye’nin hazırladığı video’nun kahramanı ‘Barış’ adında bir çocuk. Barış videoda komşularının kapısını çalarak Türkiye’yi tanıtıyor. Bu biraz da “Avrupa’nın komşusu olan Türkiye hakkında fazla bir bilgi sahibi olmaması” na ithafen kurgulanmış çok güzel bir mesaj. Barış daha sonra başlıklar altında, gayet kapsamlı bir şekilde Türkiye’den bahsediyor. Açıkçası video gayet güzel, mesajlar güzel, sadece bir sahnede bir grup çocuğun “Euro 2016’yı lütfen bize verin” şeklinde şarkı söylemesine bence gerek yoktu. Ama bize eksi puan getirecek bir hareket değil.

Bu arada Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener geliyor sahneye. Bir konuşma yapacak. Heyecanla bekliyoruz, neler söyleyecek, ne mesaj verecek!?

Başlıyor konuşmasına. Dakika 1 gol 1: Metin ingilizce. Bizim anadilimiz Türkçe. Salon’daki herkeste simültane tercümanların yayınlarının yapıldığı kulaklıklar var. Bu büyük bir risk, zira Mahmut Özgener’in ingilizcesi çok iyi değil. İyi olmayabilir, doğal. O şekilde yapacağı konuşma için iyi ingilizce bilenler ile iyi çalışmış olması gerekiyor, yani metindeki vurguları çok iyi çalışmış olması lazım. Ve konuşmaya başlıyor... Maalesef etkileyici bir konuşma değil, gözleri sürekli önündeki not kağıdında, başı pek kalkmıyor. Ses tonu ise boğuk, birşeyler söyleyeme çalışıyor, ama öyle bir havası var ki, sanki az önce gelen kötü bir haberi anons ediyormuş gibi.

Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül de aynı tonda. Anlamıyorum, heyecan mı var? Olmaması lazım, yoktur heralde. Vurgular hep yanlış yerlerde. Topluluklar önünde konuşma yapmaya alışık bu iki insanın bu çerçevede tek bir zafiyeti olabilir: Metin anadilleri olan Türkçe değil, İngilizce!

Bir ara Başbakan Sayın Erdoğan’ın videosu girdi yayına ki, o an sanırım metin dilinin İngilizce oluşunun herkes ne derece yanlış bir karar olduğunu anladı. Sayın Erdoğan Türkçe yaptı konuşmasını.

Fransa’nın sunumuna değineceksek eğer, çok da detaylandırmak istemiyorum ama ekipçe küçük bir tiyatro oynadılar. Ufak çaplı bir gösteri oldu. Sahneye çıkan küçük çocuğun mimikleri, el hareketleri, konuşması, vurguları, akıcılığı… Belki Fransızca bilenler daha da etkilendiler bu küçük tiyatro oyunundan.

Cumartesi sabahı yazılı basın yine öfkeli: Suçlu Platini! Türkiye yine oyuna geldi, Avrupa zaten Türkiye’yi sevmiyor, önyargılı, ırkçı ve huysuz (!).

Şenes Erzik’e lobi yapmadı diye kızarken, Platini’ye yaptı diye kızıyoruz... 920 milyon Euro değerinde devlet garantisi verirken, 13 oyun 7’sini alamıyoruz... Başarısız olduğumuz her alanda genelde karşı tarafı suçluyoruz...

Bu kadar “biz” odaklı olmamak gerek.

by Emir ÖZERDEM