Monday, August 23, 2010

İşe yarar bir şeyler...


İşe yarar bir şeyler..



I pad

Ipad çıktığından beri arkadaşlarla tartışıyoruz, Ipad ne kadar kullanışlı, olay sadece e-book mu, her zaman yanımızda taşıyabileceğimiz bir defter gibi kullanılır mı, video gösterimi ne kadar kaliteli, gözler için bilgisayar gibi zararlı mı vs. Ipad almak için kafamda oluşturduğum bahaneleri sıralıyorum.

1.Blog takibi çok kolay. Kendi blog sayfanızın Ipad ekranında nasıl gözüktüğüne bakmak isterseniz, IPad Peek'e blog adresinizi yazarak görebilirsiniz.

2. Özendiğim, ezildiğim, kıskandığım, benim önümde çeşitli not kağıtları dururken, Geçen gün toplantıya Ipad’iyle giren ve kolayca not alan havalı arkadaş.

3. Asıl önemlisi bir arkadaşımın bahsettiği Flipboard uygulaması. Kısaca bahsetmek gerekirse, flipboard “social magazine” hizmeti veren bir uygulama. Hangi sosyal medyaya üye iseniz, hangi paylaşım ağını kullanıyorsanız, facebook, twitter, buzz, friends feed vs., tüm bu alanlarda sanal dünya üzerinden fikir/saçmalık/foto/video/status değiş tokuşu yaptığınız takipçi/arkadaşlarınızdan gelen yenilikleri ve haberleri size dergi şeklinde aynı çerçevede bildiriyor. Böylece internet sayfaları üzerinde geçişler yapmak zorunda kalmadan sosyal medyadaki güncelliğinizi koruyorsunuz.

4. Teknolojide “Up to date”i kaybetmeme olayı. Koktuğum şeylerden bir tanesi de bilgisayar ekranına gömülüp, bir zamandan sonra otomatiğe bağlanmış şekilde, hep aynı işi yaparak, üretim rakamı vs. hesaplamalarıyla uğraşırken, sürekli aynı programları kullanırken, arkamızdan gelen jenerasyonun bilmişlik taslayıp, yaşadığımız teknolojik sorunları “ben hallederim yaaa” şeklindeki tavrıyla 2sn içerisinde halletmesi. Ya da, bir üst jenerasyonumuzda rastlanan (kendileri telefonsuz, televizyonsuz, sinemasız, cep telefonsuz, internetsiz zamanlardan bugüne geldikleri için, sürekli bir beyinlerini güne adapte etme sorunsalını yaşadılar) evladım bu mesaj nasıl gönderiliyor, telefonda beni arayan numaraları göremiyorum kayboldu, fotoğraf makinesindeki fotoğrafları bilgisayara geçirmeye çalıştım ama oldu mu acaba, facebook’u anladım ama twitter ne, tam bir saçmalık, msn’de isimlerin yanında bir yazı çıkıyor ben de yapabilir miyim şeklindeki “tepki sendromu”na yakalanma korkusu. Bu yüzden teknolojiyi hiçbir zaman reddetmemeli, yeni çıkan her şeyi ilk kullananlardan olmalı, hatta çocuğumuz kendine örneğin play station ve wi’den sonra çıkacak olan hayallerimizin ötesinde bir oyun konsolu istediğinde, 50 yaş üstü bir periyoda girmiş olsak bile, kutusundan ilk biz çıkartıp,oynadıktan sonra kutusuna geri yerleştirip hatta jelatinleyip, yılbaşı ağacının altına koymalıyız.

Tele asistan


Tele asistanla tanışmam enteresan oldu. Telefonum çaldı, merhaba ben tele asistan’dan arıyorum diye bir kadın sesi... Algılamam ve tele asistanın ne olduğunu anlamam biraz vakit aldı. Ne tele asistan mı, o ne acaba, nası yani, kimin asistanı şeklindeki sorular yerine, neyse ki kadın konuşurken bilgisayarın karşısında oturduğum için “tele asistan”ı google’lama zamanı bulabildim. Aslında gayet işe yarar bir hizmetmiş. Küçük ölçekli şirketlerde asistan yokluğunu kapatabilecek bir hizmet. Belirli bir aylık ücret karşılığında size canlı (makine değil) tele asistan atanıyor ve telefonunuzu açamadığınız zaman ya da yönlendirdiğinizde tele asistanınız devreye giriyor. Gün sonunda da sizi arayan kişi ve firmaları rapor şeklinde mail’inize yolluyor.


TED


Technology, Entertainment, Design.

Dünyanın farklı yerlerinde, yaymaya değer fikirleri insanlara ulaştırmak amaçlı kurulan bir organizasyon. TED’e konuşmacı olarak katılan ilk Türk, Elif Şafak’ın "The Politics of Fiction" konuşmasını hala izlemediyseniz bence şimdi izleyin.

TED’in Türkiye versiyonu ise TEDxReset.
Sadece bir şeyler öğrenmek ya da başkalarının tutku dolu yaratıcı fikirlerini paylaşmak için izlenmemeli TED, aynı zamanda, Duct Tape Marketing'in de dediği gibi, iyi bir konuşmacı nasıl olunur, iyi bir sunum nasıl hazırlanır sorusuna da çok güzel cevap veriyor.

Google Reader

Ben sanıyordum ki herkes kullanıyor, biliyor Google Reader’ı ama sorduğum insanların çoğu haberdar olmadığı için hemen kısa bir açıklama yapıyorum. Google account’ı oluşturduktan sonra, adrese giriyorsunuz, şifrenizi ve username’inizi yazıyorsunuz. Karşınıza boş bir ekran çıkıyor. Sol tarafta bulunan add a subscription’a tıklayarak, takip ettiğiniz dergi/blog/gazete web sitelerinin adreslerini yazıyorsunuz. Girdiğiniz web sitelerini belirli label’lar altında da toplayabilirsiniz. Örneğin, moda’nın altında moda ile ilgili web sitelerini, haberlerin altına ntvmsnbc, cnn gibi siteleri koyabiliyorsunuz. Takip ettiğiniz siteye yeni bir post eklendiğinde kaç tane okumadığınız yeni haber olduğunu size bildiriyor, istiyorsanız sadece başlık ve kısa özetleri okuyabilirsiniz. Siz haber okudukça belirtilen sayı azalıyor, böylece de her şeyi çok hızlı bir şekilde takip edebiliyorsunuz. Özellikle blogları çok rahat bir şekilde Reader'dan takip edebilirsiniz.

Yazarx

Google Reader’la birlikte çok sık kullandığım başka bir servis de yazarx. Yazarx’e üye olduktan sonra favori yazarlarınızı seçiyorsunuz. Verdiğiniz e-mail adresine günlük olarak favori yazarlarınızın yazıları gönderiliyor. Sevdiğiniz yazarlar tek bir gazetede toplanmıyorsa ya da her gün elinize gazete almakta zorlanıyorsanız, köşe yazısı/yorum takip etmek için birebir.

Tuesday, August 17, 2010

"Some Times The Strongest and Most Wonderful Things Are Those We Cannot See"





Anuncio Estrella Damm 2010 - Menorca San Juan
Yükleyen grattia. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.



PAP PAP PAP PAP PARARA
PAP PAP PAP PAP PARARA..........




25 -30 yaş arası sendromu diye bir şey var mı acaba?

Türkiye’de yaşıyorsanız, belirli bir dönem okumak/çalışmak için yabancı bir ülkede çalışmışlığınız var ise, özellikle bu ülke İspanya, İngiltere, Amerika gibi hayatın ve gençliğin kalbinin attığı ülkelerden ise Türkiye’ye döndüğünüz zaman 25 yaş sendromu yaşamak (20'li yaşlar bitmesin sendromu) çok olası.

Eğer genellersek, istisnaları saymazsak ya da benim gibileri istisna olarak dusunursek, bizde işler şu şekilde yürür:

Gençler..

13 sene (8+5) üniversite öncesi eğitim görürler.
4 sene üniversitede okurlar.
1 yada 2 sene mastır yaparlar (şanslılarsa, ya da Türkiye’de mastır yapmanın ne kadar hiçe sayıldığını hesaba katmalarına rağmen bunun zaman kaybı olduğunu düşünmeyecek kadar macera seven bir tarafları var ise).
Okurken sadece kağıt parçasına yazmak için staj yaparlar, yaptıkları stajların çoğu hiçbir işe yaramaz, sadece vakit kaybıdır.
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda işe başlarlar (şanslı olanlar, bir şekilde yurt dışına çalışmaya giderler, fakat çoğu sadece  sırf çalışmak için orda kalma mantığındadır, zaten çalışmadıkları zmn oturma izinleri iptal olur)
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
Türkiye’de yabancı bir firmada iyi bir departmanda çalışırlar
................................
.................
Bu sırada vize alabildikleri sürece ve uçak biletine para ayırabildikleri kadar yurtdışına tatile giderler.
Türkiye’de takıldıkları belirli bir grupları vardır.
Gezip/görme/keşfetme programların çoğuna hayır demek zorunda kalırlar/derler, bu sırada istanbul'daki gece mekanları ful çeker.

Yurt dışına gittiğinizde ise genelde şu tarz örneklere rastlarsınız:

Uruguay’dan Brezilya’ya okumaya giden biri şimdi Barcelona’da çalışmaktadır.
İspanya’da tanışan Arjantinli bir kız ve Alman bir çocuk, Berlin’e yaşamaya gider.
Road-trip hayatlarından eksik olmaz.
Üniversite sonrası en az 1 seneyi dünyayı gezmeye ayırırlar.
Çalışırken 6 ay ara verip akıllarındaki tatili yaparlar.
Okurken gerçekten para kazanmak için staj yaparlar.
Her fırsatta yeni insanlarla tanışırlar.
İş dışında her şeyden konuşurlar.
Hikayeler anlatırlar, anlattıkları hikayeler eğlenceli ve heyecanlıdır.
Özgür yaşamanın verdiği bir alışkanlıkla, toplandıklarında yaratıcı fikirler ortaya çıkartırlar.
Kızlar erkekler gibi/kadar özgürlüklerine düşkündürler (Bizim Türk erkeklerine yabancı kızların bu özgüveni inanılmaz çekici gelirken, Türkiye’de yaşayan Türk kızlarındaki özgüven her türlü yakıştırmaya maruz kalabilir)
............

Tabi daha yazabileceğim çok şey var... Modern Türk genciyle modern yabancı gençlerin dar bir açıdan karşılaştırılması gibi oldu.

Bunun Estrella reklamıyla alakası ne derseniz... gerçi videolar izlendiğinde alakası anlaşılıyor... 
Paylaştığım bu iki video, 2009 ve 2010 seneleri için yapılan İspanyol bira markası’nın (tadı Efes’e benziyor, Efes sevenlere duyurulur) internet ortamında paylaşılan videoları. 2011’de yapacakları videoyu da merak ediyorum.
Yurtdışında yaşamaya karar veren bir arkadaşım bu iki videoyu gönderdi bana. Müzikler süper, video çok iyi, İspanyol gençliğini gayet iyi anlatıyor. Hedef kitleyi direkt kalbinden vuran bir reklam. Eskiden coca-cola reklamları bu şekilde olurdu. Çok uzun süredir bende bu tarz hisleri yaratan bir coca-cola reklamı da izlemedim.

Bahsettiğim kişi, Türkiye’deki yukarıda belirttiğim düzeni reddeden insanlardan. Hayata aşık, yeni insanlar tanıma tutkusu çok yüksek, özgürlüğüne düşkün, yakaladığı her fırsatta yeni yerler keşfetme, yeni deneyimler tatma peşinde.

Bana bu video’yu göndermesinin nedeni hayata kaşı algılarımızın benzer ama kararlarımızın farklı olması... Ben cesaret eden maceraperestlerden değilim. Bunu fark ettiğimde, 20'li yaşların bitecek olmasını yoğun bir şekilde hissetmek bende sendrom yaratan...


raise your hand and sing it with me
some times the strongest and most wonderful things are those we cannot see.....

Wednesday, August 4, 2010

e-dünya



Bu yazımı Radikal yazarı Türker Alkan’ın birkaç gün önce okuduğum Yaşamın Elektronikleşmesi başlıklı yazısından ilham alarak yazıyorum.


e-devlet, e-posta, e-hizmet, e-bilgi, e-bilet, e-uygulama, e-eğitim, e-kitap, e-iş, e-ticaret, e-anket, e-bülten...
Aslında daha o kadar çok var ki, olmayan kelimelerin başına da siz ekleyip bir şirket ya da hizmet yaratabilirsiniz.


Hayatımıza bir anda eklenen bu harf, küçük bir detay gibi gözükse de sosyal hayatımızda, iş hayatımızda veya devlet işlerinde vazgeçilmez/geri dönüşü olmayan değişimlere sebep olmakta. Örneğin Türker Alkan’ın da yazısında bahsettiği gibi, e-devlet ile birlikte işler kolaylaşırken (Türkiye’de ne kadar kolaylaşabiliyorsa artık), birkaç saatlik kuyruklarda beklemek yerine işlerimizi oturduğumuz yerden halledebiliyorken, aynı zamanda, devletin, üzerimizdeki kontrolü ve yönlendirmesi arttı. Hatta tele kulak yerine e-kulak diyerek bir genelleme yapabiliriz. "e" ile birlikte işsizlik arttı. İnsanların birbirine olan ihtiyaçları azaldı, her şey e-ortamda bulunur ve yapılır oldu. Mahremiyetin sınır/sızlığı insanları birbirine düşürdü. Hayat kolaylaştı, bununla birlikte değerler değişti, çoğu kişi zora gelmek istemedi, yalnızlık arttı.


Yukarıda yazılanların tam tersi etkilerini de görmemiz mümkün. Örneğin, e-devlet oluştuğu gibi e-provokasyon oluşmaya başladı. İnsanlar çok daha hızlı birleşir oldu ve bu birleşmeler ülke sınırlarını aştı. Yeni iş fırsatları doğdu.  Herkes blog yazarı unvanını alabildi, internet üzerinden satışlar arttı, kitlelere daha çabuk ulaşıldı. e-eğitim sayesinde eğitimin sınırları genişledi. İnsanların birbiriyle olan iletişimi arttı. Ticaret gelişti, küçük ölçekli işletmelerin rolleri gelişti. Herkes fikrini paylaşır, birbirini tanır oldu. Kişilere yeni kimlikler eklendi. Entelektüel zeka daha fazla sorgulanır oldu. Hayat kolaylaştı, bu kolaylık verimliliği ve yaratıcılığı arttırdı. Kişi evde tek başına otururken bile sosyal bir çevreye aitlik hissedebildi.


“e”harfi hayatımızın merkezinde yerini almışken birey olarak onun yeteri kadar farkında olmayabiliyoruz. Bir şeyler kendiliğinden değişiyor ve yolunu buluyor, oysa biz daha iyi yön verebiliriz. Bazı durumlarda bana kalırsa “e” sadece elektronik anlam taşımıyor, entelektüel kelimesini de içerisinde barındırıyor. İnterneti kullanmak, elektronik yenilikler başlatmak ya da e-düşünce yaymak, bilgi paylaşmak, insanları yönlendirmek aynı zamanda entelektüel bir yapı gerektiriyor. Yurkarıda da belirtmeye çalıştığım üzere elektronik dünyayı nasıl algıladığımız ve nasıl kullandığımız tamamıyla bize kalmış durumda. Eğitimin, öğretmen atamalarının en büyük sorun olduğu ülkemizde e-eğitim yeteri kadar hatta hiç verimli kullanılmıyor. Oysa çok daha fazla kitleye ulaşabilir; tabi bunun için önce internet kullanımının artması, bilgisayar dağıtımının sağlanması lazım, ama bazı şeyler geç olmadan bir şekilde başlamalı/başlatılmalı. Entellektüel kesim kendi e-platformunu kurup Türkiye’de birtakım problemleri şiddet yoluyla değil entelektüel olarak değiştirmeye çalışabilecekken bu girişim sadece birkaç kişiyle sınırlı kalabiliyor. Kişi e-kimliğini yeteri kadar yaratmıyor, tanımıyor ya da tanıtmıyor. Oysa bloglar, facebook, twitter, buzz ile birlikte bir e-kimlik oluşuyor ve siz farkında olmadan e-kimliğiniz, sizin gerçek kimliğinizi de etkiliyor, geliştiriyor ve yönlendiriyor. Belki de yakın zamanda e-Hasan, Hasan’ı gerisinde bırakacak, tabi e-yasaklar sınırlı kaldığı sürece.