Monday, May 31, 2010

"Euro 2016’yı Organize Edecek Olan Ülke Belli Oldu" by E.Ö.



Üç ülkenin adaylıkları etrafında geçen ilk tur oylaması sonucu Fransa ile Türkiye bir sonraki tura kaldılar. Aslında iki ülke basını da bu finalin yaşanacağını önceden tahmin ediyordu. 13 oyun dağıldığı son turda ise Fransa 1 oy farkla 7-6 üstünlük kurarak 3. kez aday olan Türkiye’yi eledi ve Euro 2016’ya ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Platini, üzerinde Fransa’nın isminin yazılı olduğu kartona, seyircilere doğru çevirmeden şöyle bir baktı, yüzü pek renk vermedi -sanki kendine yöneltilecek suçlamaların sıkıntısını daha o anda yaşamaya başlamıştı.

Bu organizasyon etrafında bir kez daha hüsrana uğrayan Türkiye’den tepki gecikmedi. Platini Türk basını tarafından sıkıştırıldı, biraz da bunaltıldı. Şenes Erzik televizyona biraz da fevri bir açıklama yaptı: “Bu sonuç Platini için iyi olmadı”.

İşin duygusal kısmı: hepimiz kazanalım istedik. Fakat bu oylamanın sonucunun bize haksızlık olduğunu söylemek ne kadar doğru olabilir? Seçim sonrası röportajlarda Şenes Erzik’in değişik bir açıklaması var: “6 oy alacağımızı hesaplamıştık”.

Bütün süreci derinlemesine irdelemek sanırım pek mümkün değil benim için çünkü ekibin çalışmalarının ne kadar detaylı ve yoğun olduğu konusunda pek bir fikrim yok. Ama dışarıdan bir televizyon izleyicisi olarak söylemeliyim, Türk vatandaşı olmasam, sadece yapılan sunumları izleyerek bir karar vermem gerekse oyumu Fransa’dan yana kullanırdım.

Türkiye Futbol Federasyonu sezon boyunca yaşanan her tartışma sonrası futbolun bir şov, bir gösteri, bir eğlence olduğunu söylüyor. Bu çerçevede üstlerine düşen sanırım bu sunum sırasında da ufak çaplı bir şov yapmaktı. Türkiye’nin hazırladığı video’nun kahramanı ‘Barış’ adında bir çocuk. Barış videoda komşularının kapısını çalarak Türkiye’yi tanıtıyor. Bu biraz da “Avrupa’nın komşusu olan Türkiye hakkında fazla bir bilgi sahibi olmaması” na ithafen kurgulanmış çok güzel bir mesaj. Barış daha sonra başlıklar altında, gayet kapsamlı bir şekilde Türkiye’den bahsediyor. Açıkçası video gayet güzel, mesajlar güzel, sadece bir sahnede bir grup çocuğun “Euro 2016’yı lütfen bize verin” şeklinde şarkı söylemesine bence gerek yoktu. Ama bize eksi puan getirecek bir hareket değil.

Bu arada Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener geliyor sahneye. Bir konuşma yapacak. Heyecanla bekliyoruz, neler söyleyecek, ne mesaj verecek!?

Başlıyor konuşmasına. Dakika 1 gol 1: Metin ingilizce. Bizim anadilimiz Türkçe. Salon’daki herkeste simültane tercümanların yayınlarının yapıldığı kulaklıklar var. Bu büyük bir risk, zira Mahmut Özgener’in ingilizcesi çok iyi değil. İyi olmayabilir, doğal. O şekilde yapacağı konuşma için iyi ingilizce bilenler ile iyi çalışmış olması gerekiyor, yani metindeki vurguları çok iyi çalışmış olması lazım. Ve konuşmaya başlıyor... Maalesef etkileyici bir konuşma değil, gözleri sürekli önündeki not kağıdında, başı pek kalkmıyor. Ses tonu ise boğuk, birşeyler söyleyeme çalışıyor, ama öyle bir havası var ki, sanki az önce gelen kötü bir haberi anons ediyormuş gibi.

Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül de aynı tonda. Anlamıyorum, heyecan mı var? Olmaması lazım, yoktur heralde. Vurgular hep yanlış yerlerde. Topluluklar önünde konuşma yapmaya alışık bu iki insanın bu çerçevede tek bir zafiyeti olabilir: Metin anadilleri olan Türkçe değil, İngilizce!

Bir ara Başbakan Sayın Erdoğan’ın videosu girdi yayına ki, o an sanırım metin dilinin İngilizce oluşunun herkes ne derece yanlış bir karar olduğunu anladı. Sayın Erdoğan Türkçe yaptı konuşmasını.

Fransa’nın sunumuna değineceksek eğer, çok da detaylandırmak istemiyorum ama ekipçe küçük bir tiyatro oynadılar. Ufak çaplı bir gösteri oldu. Sahneye çıkan küçük çocuğun mimikleri, el hareketleri, konuşması, vurguları, akıcılığı… Belki Fransızca bilenler daha da etkilendiler bu küçük tiyatro oyunundan.

Cumartesi sabahı yazılı basın yine öfkeli: Suçlu Platini! Türkiye yine oyuna geldi, Avrupa zaten Türkiye’yi sevmiyor, önyargılı, ırkçı ve huysuz (!).

Şenes Erzik’e lobi yapmadı diye kızarken, Platini’ye yaptı diye kızıyoruz... 920 milyon Euro değerinde devlet garantisi verirken, 13 oyun 7’sini alamıyoruz... Başarısız olduğumuz her alanda genelde karşı tarafı suçluyoruz...

Bu kadar “biz” odaklı olmamak gerek.

by Emir ÖZERDEM

Friday, May 28, 2010

MAPFRE INSURANCE- The City Speaks


MAPFRE Insurance - The City Speaks - (2010): Ogilvy Peru


43 ülkede faaliyet gösteren MAPFRE Grubu, İspanya’da ve Latin Amerika’da lider sigorta şirketidir. Türkiye’deki yatırımını ise 2007 yılında Genel Sigorta’yı satın alarak gerçekleştirmiş ve MAPFRE Genel Sigorta/ MAPFRE Genel Yaşam ismiyle sürdürdüğü faaliyetleriyle, ülkemizde de lider sigorta şirketleri arasına girmiştir.

Yukarıda gördüğünüz kampanya MAPFRE’nin, Peru’nun başkenti Lima’da gerçekleştirmiş olduğu bir kampanyadır. Amaç, Lima şehrinin Tarihi Merkezini korumak ve insanları bu konuda bilinçlendirmektir. Ağaçlara ve banklara yerleştirilen cihazlar, kişilerin herhangi bir zarar uygulamasında devreye girerek “Yeter Artık Bana Zarar Verme” şeklinde uyarıda bulunuyor. Bu şekilde şehir, insanları bilinçlendirmek amaçlı onlarla iletişime geçiyor. Kampanya, Twitter, Facebook, Youtube gibi sosyal ağlarda yoğun ilgi görmüş.

Konuşan şehir fikri çok hoşuma gitti. İstanbul konuşsa kim bilir neler söylerdi.

Aynı kampanya İstanbul’a uygulansa, muhtemelen şehrimiz ağlardı. Eğer sadece konuşan bir cihaz koyulursa, insanlar cihazların nasıl çalıştığına bakmak için ya da arkadaşlarına göstermek için bazı denemelerde bulunurlardı. Bu yüzden, bizim şehrimizde yerleştirilen cihazların çok daha etkili tepkiler vermesi lazım, geri püskürtme bunlardan bir tanesi olabilir.

Thursday, May 27, 2010

Bahar, İstanbul, Kültür, 27 Mayıs


Bahar,

Baharın gelmesi, yazın yaklaşmasıyla bir panik yaşıyorum. Tatillerimi nerde yapmalıyım? Hafta sonu nereye gitmeliyim? İş çıkışı kiminle buluşmalıyım? Zamanımı en iyi nasıl değerlendirebilirim? Zaman çizelgemi öyle bir hazırlamalıyım ki denizden, güneşten, böceklerden, mini eteklerden, güneş gözlüklerinden, akşamı t-shirt’le geçirmekten maksimum faydalanmalıyım.

Tüm bunları düşünmek güzel ama ben hala tam olarak baharın gelmesini kutlayamadım, belki yağan yağmurlardan ya da benim gibi arkadaşlarımın da yarattığı bahanelerden. Çünkü herkes çok yoğun ve herkesin bir bahanesi var. Fakat zaman geçiyor. İstanbul sadece bu yıl Avrupa Kültür Başkenti ve şanslıyız ki bunun farkında olduktan sonra geçireceğimiz hala bir 6 ay var.

Siz baharı nasıl karşıladınız? Chill-out festivaline giderek mi? Ya da vapura atlayıp adaya gitmiş olabilirsiniz. Deniz kenarında oturup ince bir hırkayla yapacağınız rakı balık keyfi bile sizin bahara hoş geldin deme şekliniz olabilir.

İstanbul Siyah-Beyaz,

Bir İzmirli İstanbul’u çok zor sever, yaşayamaz. Bir Avrupalı İstanbul’a bayılır çünkü turist olarak gelmiştir ve bu şehirde yaşamak ne demek anlayamaz. Bir İstanbullu bu şehirden kurtulmaya çalışır, çekip gider, kimisi kurtulduğunu hisseder kimisi de yapamayıp geri döner. Başka bir İstanbullu vardır ki dünyayı gezer ama İstanbul’a aşıktır, bağımlıdır ondan ayrılamaz.

Konserler, tiyatrolar, festivaller, sergiler, performanslar, şehirliyi bir araya getirmek amaçlı düzenlenen etkinlikler, rakı-balık, boğaz manzaralı şarap, tekne turu, Polonezköy, Prens Adaları, Ağva, Kilyos, Bebek, Cadde bostan, Taksim, Hisar, Sarıyer, Haliç, boğaz…

Tüm bunların yanında İstanbullu yorgun düşer; trafikten, çalışmaktan, toplu taşıtlardan, gece sokakta yürürken korkmaktan, parasızlıktan, işsizlikten, hayat mücadelesinden, şehrin kalabalığından, bilgisizlikten, dizileri takip edememekten, sorun yaşayan akrabasına ya da arkadaşına yardım etmekten, kendine vakit ayıramamaktan, ev işlerinden, devlet işlerinden…

Birkaç ay önce şirketimizi ziyarete gelen bir İspanyol’un “İstanbul için siyah beyaz şehir diyorlar neden?” sorusuna cevap vermeye çalıştım ama bir türlü toparlayamadım, söylediklerim yetersiz kaldı. Çünkü birinin bunu anlaması için bu şehri tatması değil bu şehri sindirmesi lazım.

Kültür,

Hep beraber baharı kutlayabileceğimiz ve İstanbullu olmanın ne demek olduğunu hissedebileceğimiz sizlere süper bir program önerisinde bulunmak istiyorum. İstanbul Avrupa Kültür Başkenti kapsamında yapılan etkinliklere yeteri kadar gidememiş olan kişiler için de güzel bir başlangıç olabilir, Haydarpaşa Garı’nda Bahar. 3-6 Haziran tarihleri arasında kültür merkezine dönüştürülecek olan Haydarpaşa Garı’ndaki etkinlik Nazım Hikmet severler için ayrıca önem taşıyor. Etkinlik kapsamında, şiirler okunacak, filmler gösterilecek, konserler, sergiler olacak, performanslar gerçekleştirilecek. Etkinliğin bir teması da İstanbul olduğunu düşünürsek, İstanbul’u daha iyi hissetmek, anlamak ve yaşamak istiyorsanız bu etkinliği kaçırmamanız lazım.





27 Mayıs,

Bugün, içimizde bahar coşkusu varken aklımızda ne var? 27 Mayıs’ta yapılanlar üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen hala yanlış mı değil mi diye tartışılıyor. Tabi ki her zaman tartışılacak, konuşulacak ama yanlış mıydı değil miydi diye tartışılması biraz garip kaçmıyor mu? Başbakan ve iki bakan idam ediliyor, demokrasi birkaç ayakaltında ezilip toprak altına gömülüyor... Hangi tarafta olursanız olun Aklınızdan “şu zamana kadar ne canlar feda olurken bu adamı niye kimse çıkıp vurmuyor” diye düşünüyorsanız, siz hangi tarafta olursanız olun yanlış yoldasınız.


Monday, May 17, 2010

SAD – Satış Adamları Derneği

İş dünyasında pazarlama çok önemli, reklam aynı şekilde, finans her şeyin kontrolünü-kontrolsüzlüğünü sağlıyor, danışmanlar kişilerin/kurumların yönünü belirliyor. Peki, satışçılar bizim için ne kadar önemli, onların değerinin ne kadar farkındayız?

Bireysel satış danışmanları/satış temsilcileri/satış adamları/satıcalar/satışçılar, bir şirkete kar sağlayan, şirketin gelirini arttıran, üretim döngüsüne devamlılık getiren, ürünü müşteriye ulaştıran, şirketin temsilcisi olan, özellikle sigorta sektöründeki kurumlar gibi satış odaklı kurumlarda, marka değerini %50’den fazla bir oranla, pozitif ya da negatif şekilde etkileyebilen kişilerdir.

Türkiye’de daha önce Satış Adamları Derneği gibi, satışçıları bir araya toplayan, kar amacı gütmeyen bir kurumun olmayışı beni çok şaşırttı. Satışçılar iş dünyasının atar damarı sayılırken, nasıl bir dayanışma içerisinde toplanmazlar anlayamıyorum. Özellikle bu dayanışma her birine, hem kişisel gelişimleri açısından, hem geliştirecekleri network açısından, hem de kariyerleri açısından çok fazla avantaj sağlayabilecekken. Bu yüzden SAD’ı ilk duyduğumda çok heyecanlandım ve bu dernekte görev alabilmek için gerekli süreçten geçtim.

“GÜCÜNÜ BİRLEŞTİR EN İYİ OL” sloganıyla yola çıkan SAD, kendini satışa adamış veya satışın önemini bilen, farklı sektörlerde çalışan herkesi üyeliğe davet etmektedir. Derneğin amacı “Küresel ekonomik gelişmeler içerisinde, çalışma hayatının en önemli gücünü oluşturan, satış mesleğine gönül vermiş, mesleğin saygınlığını yaygınlaştıracak ve bu mesleğin gelişimine katkıda bulunacak profesyonel anlayışa sahip kişileri bir araya getirmektir”. İnternet sitesi henüz yapım aşamasında olduğu için, size site adres bilgisini ilerleyen günlerde vereceğim.

Derneğin Kurucu Başkanı Mehmet Muratoğlu, daha önce Doğan Hayat Sigorta A.Ş.’de (Fortis Emeklilik A.Ş.) Kurucu Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmıştır ve 2003 yılında, hala faaliyetlerin devam ettiği Etkin Eğitim ve Yönetim Danışmanlığı Şirketi’ni kurmuştur. Muratoğlu’nun satışa ve satışçılara verdiği önemi, Sigortacı Gazetesi’nde, bu ay yayınlanan “Bir Başkadır Satıcılar İlkbahar’da” başlıklı çok güzel ve duygusal yazısından da anlayabilirsiniz.

Benim bu dernekteki görevim ise, Genel Sekreter Başkan Yardımcılığı. Yeni kurulan bir dernek olduğu için görev atamaları yeni gerçekleşiyor. Daha sonradan bildireceğim internet sitesi aracılığıyla derneğe üye olurken aktif görev almak istiyorsanız, dolduracağınız formda ne tarz bir görevde bulunabileceğinizi belirtmeniz yeterli. Daha sonradan görüşmeler doğrultusunda ve kurul’un verdiği kararla aktif göreve sahip olmanız mümkün.

Şimdilik dernek hakkında kısa bilgilendirme bu kadar. İlerleyen zamanlarda dernekle ilgili duyuruları ve yenilikleri burada yazıyor olacağım.

Sunday, May 9, 2010

Camera Obscura - Gılgamış Destanı

Fotoğrafla ilgilenmeye başladığınız an ilk karşınıza çıkan kavramlardan biri “camera obscura”dır.

Camera obscura yani karanlık oda, aslında bir objenin ekrana yansımasını sağlayan ve fotoğraf makinesinin ortaya çıkışına yardımcı olan bir alettir.

Her tarafı kapalı, hiçbir şekilde içi ışık almayan bir kutuya delik açıldığı zaman, kutunun içerisine giren ışık, dışarıdaki görüntüyü, ters çevirerek, hiçbir perspektif bozulması yaratmadan ve renkli bir şekilde, deliğin karşısındaki alana yansıtır. Bu teknik, eskiden ressamların, eserlerini oluştururken sıklıkla kullandığı bir tekniktir.

Camera Obscura’nın tarihi çok eskilere dayanır. Tarihin en eski yazılı destanı olan, Uruk kralı Gılgamış’ın 12 kil tablete yazmış olduğu Gılgamış Destanı’nın bir bölümünde, camera obscura'daki olayın birebir anlatıldığını görürüz:

Yazın sıcağında yemeği fazla kaçırmış ve yatmış uyumuştu adam. Serin olsun diye iki gün önce taktığı ahşap kepenkleri kapatmış, odayı karartmıştı. Bu bunaltıcı havada çok yenp yatırılırsa herkes düşler görür ve pelteleşir, Gılgamış ve Enkidu ile serüvenlere girişir. Uyumakla uyanmak arasın gözlerini aralarken, duvarda baş aşağı sallanan kavakları akan suyu ve geçip gidenleri görmüştü adam. Gözlerini ovuştrur ve tekrar bakar. Kalkar, duvarı eller. Hepsi oradadır ve dışarıda esen rüsgarla sallanmaktadır. Şaşlınlığı korkuya dönüşür. Cinler mi basmıştır evini?”

Saturday, May 1, 2010

İstanbul Modern “Yeni Yapıtlar Yeni Ufuklar” – “Pastacı Yamağı”

TÜRK SANATININ ZAMAN TÜNELİNDEN HIZLICA İLERLEYELİM...





Salona ilk girdiğimizde 1900’lü yılların resimleriyle karşılaşıyoruz. Manzara resimleri, portreler ve uçuk renkler... Bu dönemde Islahat hareketleriyle batılılaşma sürecine giren Osmanlı Devleti padişahları, resim sanatına önem vermeye başlıyorlar. 1930 yıllarında, batıdan etkilenen ressamların çalışmalarında kübist ve naturalist etkiler gözükmeye başlıyor. Abidin dino, Hamit Görele, Şeref Akdik, Hale Asaf çalışmalarını görebileceğimiz dönemin santçılarından bazıları. 1950 yıllarında ise soyut sanat anlayışıyla, Selim Turan, Hakkı Anlı gibi sanatçıların çalışmalarını izliyoruz. 1960 yıllarında soyut anlayışa figüratif anlam ekleniyor. Ressamlar insan bedenine dair ve toplumsal, gerçekçi resim anlayışını benimsiyorlar. Bir yandan Nedim Gunsur gibi resimlerinde sosyal yaklaşımları ele alan sanatçıların eserleriyle karşılaşırken diğer yandan Adnan Varınca ve Orhan Peker gibi çalışmalarına ironik bir kimlik ekleyen sanatçıları inceleyebiliyoruz. 1970'lerde varoluşsal kaygılar ortaya çıkarken, 1980’lerde çalışmalarını incelediğimiz Bedri Baykam İsmet Doğan ve Arzu Başaran gibi sanatçılar, topluma yön gösterme misyonundan vazgeçiyorlar. 1990 yıllarında ise Nur Koçak, Tomur Atagok gibi sanatçıların işlerinde modernizmin etkilerini görmeye başlıyoruz.

GELELİM 2000’Lİ YILLARA...







2000’li yıllarda resim sanatı küresel bir boyut kazanıyor. Farklı coğrafyaları gezen sanatçılar ve onların farklı coğrafyalarda gösterilen çalışmaları kitlelere ulaşabiliyor. Sanatçılar, resim, video, enstalasyon ve fotoğraf çalışmaları sergiliyorlar. Haluk Akakçe, Hussein Chalayan, İnci Eviner, Taner Ceylan ve Nezaket Ekicinin birbirlerinden farklı kavramlardaki çalışmalarını görüyoruz.

"Pastacı Yamağı"


Sergideki zaman sürecini kısaca anlatmamın bir nedeni bu eseri gördüğümdeki hissettiklerimi size aktarabilmekti. Zaman tünelinde ilerlerken, köşeyi döndüğümüz an karşımıza çıkan bir çocuk var. Bundan önceki, yavaş yavaş gezdiğim, yazılarını okuduğum, notlar aldığım bütün çalışmaların amacı sanki bu çocuğu gördüğüm andaki hissettiklerimin oluşması. 2006 yılında ortaya çıkmış, Serkan Özkaya’nın “Pastacı Yamağı” çalışması. Çocuk düşmek üzere, belki de yardım etmemiz için orada bekliyor. Çocuğun elinden yumurtalar havaya uçmuş ve biz sanki o an onun fotoğrafını çekmişiz. Ya da çocuğu düşmekten kurtarmak için zamanı dondurmuşuz ama zamanı, tam gerçekleşecek olan felaket anında durdurmuşuz. Ve bunu yapabildiğimiz için kendimizi güçlü hissediyoruz. Bunu yapabilmek bize dinginlik veriyor, her şey aslında bizim kontrolümüzde. Bir önceki eserlerin zıttına, gündelik hayattan bir kesit gözlerimizin önüne serildiği için kendimizi tam anlamıyla sanatın içinde hissedebiliyoruz, “an’ın sanatı”yla karşı karşıyayız, takılı kalmış bu anın içinde gezinebiliyoruz.

Bu çalışmayı gördüğüm an, zaman kavramı üstüne düşünmeye başladım. Aslında bu serginin sonsuza dek sürebileceğini fark ettim. Her sene bu sergiye yeni çalışmalar eklenebilir. Bu biraz kavram karmaşıklığı yaratabileceği gibi yeni kavramları da beraberinde getirebilir.

Şuan müzede gösterilen 3 serginin -Yeni Yapıtlar Yeni Ufuklar, Gelenekten Çağdaşa, İçimizdeki Zaman- birbiriyle bağlantılı düşünülebileceğini size daha önceki yazımda belirtmiştim. Yeni Yapıtlar Yeni Ufuklar sergisini gezmeyi bitirdikten sonra, müzenin aşağı katında gezdiğim Fotoğraf Galerisindeki “İçimizdeki Zaman” sergisi zaman kavramı üstündeki düşüncelerimi daha da yoğunlaştırdı.